“Tabiatım ne kelâm ne etkileyici söz ne de sanatlı söyleyiş arar.
O, harfsiz ve sözsüz konuşabileceği bir dost arar.”
Kâmî
İletişimde bakışlar, beden dili, yüz ifadesi gibi sessiz unsurlar sözcüklerden daha fazla anlam ifade edebilir. Yaşantımızda görsel tasarım unsurları da anlaşmak için yüksek potansiyeli olan birer araçtır. Günlük hayatımızdan örnek vermek gerekirse trafik ışıklarındaki renkler hareketlerimizi belirlerken hastanelerde sus işareti yapan hemşire görseli ses tonumuzu şekillendirir. Mimaride de karşımıza çıkan minare ve çan kuleleri taştan yapıları değil, birer inanç sembolünü ifade ederek üzerimizde etki oluşturur.
Kimi zaman sanatta sessizlik, bağrışlardan çok daha fazla yankı uyandırır. Bunun en güzel örneğini Anadolu’da yapılan iğne oyalarında görebiliriz. Kıllı kurt oyası gelinin bir imdat çığlığı iken kırmızı biber oyası kişinin yalnız kalmak istediğini ve ondan uzak durmamız gerektiğini anlatan bir ünlemdir. Gözümüzün değdiği ve bize çağrıda bulunan bu unsurlar gibi görsel iletişim araçlarından biri olan mimarlık da güçlü bir ifade sanatıdır.
MİMARIN MÜHRÜ
Okumak isteyen için mimarî unsurların her bir dokusunda mesaj vardır. Asırlar boyu yapılan binalar, dinlemek isteyene çok şey anlatır. Yapı öğeleri, tasarımı ve malzemelerine baktığımızda zamanın karakteri, halkın yaşantısı ve devletin şahsiyeti zihnimizde canlanır. İçine daldıkça mimarın veya yapı ustasının kaygılarını, hayallerini, duygularını, okuyabilir, bakış açısını görebiliriz. Mimaride insanla iletişim kuran birkaç örneği inceleyelim.
İHTİYAÇGÂH
Sadaka Taşları, sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın en güzel örneklerindendir. Osmanlı döneminde yaygın olarak görülen sadaka taşlarına para, giyim, kuşam ve gıda maddeleri bırakılırdı. Muhtaç olanlar, sadaka taşlarında biriken bağışlardan ihtiyacı kadarını alır, diğer ihtiyaç sahiplerine de bir şeyler kalmasına özen gösterirlerdi. Bu bağışlar, genellikle gece karanlığında veya kimsenin olmadığı zamanlarda, bu taşın tepesindeki çukura bırakılmak suretiyle yapılırdı.
Sadaka taşlarının en belirgin farkı, yardımlaşmanın yalnızca zengin ve fakirler arasında değil, mahalle içinde aynı sosyal statüye sahip insanlar arasında kurulmuş olmasıdır. Bu uygulama komşuluk ilişkilerinin güçlenmesi ve bağların kopmaması adına yapılan topluma önemli değerler aktaran bir sosyal iletişim aracıdır.
MERHAMETİN SİMGELERİ
Geçmişin büyük mimarları sadece insanlar ile değil hayvanlar ile de iletişim sağlamaya özen göstermiştir. Serçe, saka, kırlangıç gibi küçük kuşlar için inşa edilmiş kuş evlerinin geçmişi çok eskilere dayanır. 15. yüzyılda klasik Osmanlı mimarisiyle sayıları artan kuş evlerinin örneklerine az da olsa Osmanlı öncesi dönemlerde de rastlanmaktadır.
Kuş evlerinin örnekleri evler, köşkler, saraylar, mescitler, medreseler, hanlar, kütüphaneler, türbeler, köprüler, çeşmeler, darphaneler gibi dini ve sivil mimari yapılarında görülmektedir. Bu eserlerin en uygun yerine yerleştirilen kuş evlerinde ahşap, taş veya seramik malzemeler kullanılmıştır.
Kuş evleri, halkın ve devletin merhametine tanıklık eden sembollerdir. İnsanlar ile hayvanlar arasında mimarlık vasıtasıyla örnek teşkil eden bir iletişim bağı oluşturulmuştur. Mimar Cengiz Bektaş kuş evlerinin, Anadolu halkının kuşlara olan sevgisinden dolayı yapıldığını söyler:
“Bizim inancımıza göre, insanlar tüm yaratılmış varlıklarla dengeli olmalıdır. Ben farklı yüzyıllardan kuş evleri buldum. İstanbul’un her tarafında evlerden tutun, köprüye ve camiye kadar farklı yapılarda kuş evi yapılmıştır.”
“METHİNE DİLLER KISIR, KALEM KIRIKTIR”
Mimarlık; geçmiş, gelecek ve bugünün muhabbetine vesile olur. Bir örnek vermek gerekirse Selçuklu devrinde yapılan Sivas Divriği Ulu Camii’ye ve Darüşşifası binasını okumaya başlayabiliriz. Evliya Çelebi’nin bile “Methine diller kısır, kalem kırıktır.” diye bahsettiği bu yapının ihtişamını anlatmak oldukça zor.
Mimarî özelliklerinden başlarsak külliye; cami, darüşşifa ve türbeden oluşur. Ulu Camii, Süleyman Şah’ın oğlu Ahmet Şah tarafından; Darüşşifa ise eşi Melike Turan Melek tarafından yaptırılmıştır. Bu benzersiz yapının başmimarî Muğis oğlu Ahlatlı Hürremşah’tır. (1228-1243) Kapılar ve sütunlar Ahlatlı ve Tiflisli ustaların taş işçiliğindeki maharet ve inceliğini gözler önüne serer.
Yapı genel itibari ile yalın bir görünüme sahiptir. Ancak Darüşşifa Taç Kapısı, cami kuzeyindeki ve batısındaki taç kapı ve Şah Mahfili Taç Kapısı’nın her biri birbirinden farklı eşsiz bezemeleri ile göz kamaştıran birer tasarım harikasıdır.
Uzaktan bakıldığında simetrik gözüken fakat özünde asimetrik olan bezemelerde yer alan on binlerce motifin hiçbiri kendini tekrar etmez. Bu yapıya durup baktığımızda Allah Teâlâ’nın “Vâhid” ve “Ehad” isimlerinin tecellisini tefekkür etmemek mümkün değil. Küçük bir yapıda bile bu kadar çeşitlilik oluşturmanın büyük maharet olduğunu takdir ederken, kâinattaki her bir mahlukatın birbirinden farklı ve eşsiz yaratılmasının mucize olduğu konusunda kalbimizde en küçük bir şüpheye yer kalmaz.
GÖLGELERİN CİSMİ
Osmanlı’daki diğer Darüşşifalar gibi burada da mekân kullanılarak hastalarla iletişime geçilmesi sağlanmıştır. Yapının içindeki kanal ve havuzdan gelen su sesi ile akustiğinde çalınan ney sayesinde akıl ve sinir hastaları tedavi edilmiştir. Mimar, mekânı kurgulayıp yapı öğelerini kullanırken ses ve görüntü unsurunu iletişim aracı olarak kullanmış, tedaviye mimari bir çözüm üretmiştir.
Bir diğer iletişim aracı olarak mimar gölge hareketleri ile konuşmuştur. Mayıs ile Eylül ayları arasında Batı Kapısı’nda ikindi namazından 45 dakika önce insan silueti belirmektedir. Bu siluet önce Kur’an okuyan bir insan, namaz vakti yaklaşınca ise ellerini bağlayarak kıyamda duran mümin şeklini almaktadır. Mimar Ahlatlı Hürremşah inancı, naifliği, eşsizliği ve huzuru bir oya gibi taşa işlemiştir.
Her ne kadar yaşantımız ve ihtiyaçlarımız birbirinden farklı da olsa İbni Haldun’un dediği gibi “Geçmiş geleceğe, suyun suya benzemesinden daha ziyade benzer.” Bu yüzden geçmişteki akılcı çözümleri ve tasarımları analiz ederek geleceği inşa etmeliyiz.