Bağımsız Gazeteci ve Aktivist olarak tanıdığımız Aynur Ulutaş Karabulut Hanım meslekî kimliği dışında sizce kimdir, kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Ben bir isimden, bir sıfattan, bir meslekten ibaret değilim. Hayatla kurduğum bağ, kelimelere sığmaz çoğu zaman. İçimde taşıdığım sızıların, gözlerimde yankılanan duaların, her sabah yeniden doğan sabrın izini süren bir yolcuyum. Varlığımı, sadece “ne iş yaptığımla” değil, “nasıl yaşadığımla” tanımlarım.
Benim için hayat, kendini kanıtlamak değil, kendini anlamaktır. Dışarıdan ne kadar güçlü görünsem de içimde hep susan bir çocuk oturur. Ay’a bakarken yürüyen insanlar görmeye çalışan, bardaktaki suya yıldızları düşüren bir çocuk… O çocuğu hiçbir zaman kaybetmedim.
Zaman zaman hırçınım; adaletsizliğe, hoyratlığa, sessiz kalınan her feryada karşı içimden yükselen bir öfke var. Ama bir o kadar da sakinim; kalabalıklarda sessizliği, karmaşada sadeliği seçerim. Anlamın peşindeyim. Yaşadığım her şeyin, karşılaştığım her insanın bana bir şey öğretmek için var olduğuna inanırım.
İçinde yaşadığımız dünya bana göre sadece geçici bir durak. Ama bu durakta nasıl izler bıraktığımız, nasıl bir yolda yürüdüğümüz kalıcıdır. O yüzden hayatı “olduğu gibi” değil, “olması gerektiği gibi” yaşamaya çabalıyorum. Elimden gelenin en iyisini yapmaya değil, kalbimden geçeni doğru ve derin yapmaya niyetliyim.
Toprağında büyüdüğüm Batman’dan taşıdığım inatçı bir umut var içimde. O umudu şimdi, sahalarda görünmeyeni görünür kılmak, susanı duymak, unutulanı hatırlatmak için kullanıyorum. Bazen hırçın bir savaşçıyım; kelimelerimle, duruşumla varlığımı koyarım ortaya. Ama aynı zamanda dingin bir limanım. Geleni karşılayan, susanı dinleyen, ağlayanı bekleyen bir liman…
Hayata estetikle bakmayı seçtim. Çünkü acıyı da umudu da güzelleştirebilir insan. Nezaket benim için bir süs değil, bir direniş biçimi. Savaş meydanlarında bile nezaketle direnç göstermeyi seçerim. Çünkü nezaketi korumak, insan kalabilmenin son sınırıdır. Ben bu sınırda durmayı seçtim. En öfkeli anlarımda bile, duruşumda bir estetik ararım.
Hayatla kurduğum ilişki; bir mücadele değil, bir şükür. Her nefes bir emanet, her karşılaşma bir sır, her acı bir öğretmendir bana göre. Bazen en çok sustuklarımda buluyorum kendimi. Ve bazen bir çiçeğe dokunmak, bir geceyi dinlemek, yıldızlarla sırdaş olmak, onlarca sözden daha fazla anlatıyor içimi.
Ben buyum. Etiketsiz, tanımsız, sıfatsız… Ama derin. Kırılmış, ama tam. Yolcu… ama yönü belli.
Büyüdüğünüz, yetiştiğiniz aile ortamı nasıl bir ortamdı? Ebeveynleriniz sizi yetiştirirken hangi hasletlere ehemmiyet verirdi? Aklınızda kalan birkaç hatıra varsa dinleyebilir miyiz?
1982 yılında Batman’da doğdum. O yıllar, kadınların adının bile fısıltıyla söylendiği, çocukların daha çok dinlemeyi öğrenerek büyüdüğü zamanlardı. Mahallemizde sessizlik vardı belki ama yalnızlık yoktu. Dayanışma, komşuluk, dostluk ve direniş bakiydi… Biz o ruhla büyüdük.
Evimizin içinde iki güçlü dünya vardı: biri annemdi, diğeri babam. Annem hayatı sırtlayan bir kadındı. Sevgisini yemeğiyle, aldığı küçük hediyelerle anlatırdı. Ama içinde taşıdığı öfke, görünmeyen kadınların haykırışı gibiydi. Sessizliğe mecbur bırakılmış kadınların iç çığlığı gibi… Yaralıydı ama bir o kadar da cömertti. Komşusuna son lokmasını bölüştürür, kimse aç kalmasın isterdi. Merhameti de öfkesi de orantısız derecede büyüktü.
Babam ise tam zıddıydı. Sessizdi, ama o sessizlikte bin kelime vardı. Kitap okurdu, çocuklarıyla güreşir, oyunlar oynardı. Hayır demeyi bilmezdi; hele fakire, yolda kalmışa, yetime hiç kıyamazdı. Onun dizinin dibinde otururken, dünyanın en güvenli yeri orasıymış gibi hissederdim. Bana bıraktığı en kıymetli miras, insanı insan olduğu için sevmekti.
Ailem bana “Hakkını bil, hakkını ara ama kimsenin hakkına girme!” diyerek büyüttü. “Rızık paylaştıkça çoğalır.” diyen bir baba ve sevgiyi susarak veren bir annenin çocuğu oldum. O yüzden hayatı; susarak da konuşabilenlerden, vererek zenginleşenlerden, acıdan merhamet doğurabilenlerden öğrendim.
İçimde hep o iki zıt kutup kaldı: annemin direnciyle yoğrulmuş bir ateş ve babamın dinginliğinden beslenen bir su… Ne çok yumuşak ne çok sert; ama hep sahici, hep kendiyle barışık bir çocuk olarak büyüdüm. Ve o çocuk hâlâ içimde bir yerlerde yaşıyor.
“Ben okula çizgi çizmeye gelmemiştim.”
İlkokul birinci sınıfın ilk günüydü. İlk ders tanışma, ikinci ders “yatay ve dikey çizgi”… Öğretmen tahtaya geçti, iki çizgi çizdi ve hepimize defterimize yazmamızı söyledi. Herkes kalemini çıkarıp başladı ama ben defterimi kapattım, kalemi bıraktım, kollarımı bağladım ve tahtaya dik dik bakmaya başladım.
Öğretmen şaşkın:
— “Kızım, adın neydi?”
— “Aynur.”
— “Neden yazmıyorsun?”
— “Yazmak istemiyorum.”
Sesim ne öfkeli ne üzgün… Sadece çok net.
Ders bitince öğretmen beni bahçede yakaladı. Merdivenlere oturmuş, gökyüzüne bakıyordum. Yanıma geldi ve sordu:
— “Sen galiba okulu sevmedin?”
— “Yoo, gayet seviyorum.”
— “E peki, neden yazmak istemedin?”
— “Çünkü ben okula çizgi çizmeye gelmedim. Ben evde bardağa su koyup aya baktığımda orada yürüyen insanlar görüyorum.”
Öğretmen o an gülümsedi ama gözleriyle düşündü. Sonra eğildi ve dedi ki:
— “Ama o çizgileri yazmazsan, orada gerçekten yürüyen insanlar var mı, yok mu bilemezsin.”
O cümle o gün içime yerleşti. Belki de kelimelere ilk defa o gün inandım. Ve çizgi çizmeye o gün başladım — ama artık içinden yıldızlar geçen çizgiler…
Gazetecilik bölümünü seçmenizde etkili olan bir kişi/olay/durum olmuş muydu? Bu bölümde okumamış olsaydınız hangi bölümü tercih ederdiniz?
İlk kez ilkokul 4. sınıfta öğretmenim “Büyüyünce ne olacaksınız?” diye sorduğunda, sınıf arkadaşlarım doktor, öğretmen gibi bilinen cevaplar verirken ben “savaş muhabiri” dedim. Sınıf sessizleşti. Öğretmenimin bakışları kısa bir şaşkınlıkla üzerimde durdu. Ardından babamı okula çağırdı. Oysa ben bir çocuk değildim yalnızca; neyi, neden istediğini bilen biriydim. Belki o yaşta tam kelimelere dökemezdim ama içimde yanmaya başlayan bir hakikat ateşi vardı.
90’lı yılların ortasında, doğunun yandığı bir coğrafyada, Batman’da büyüyordum. Terörün, çatışmaların ve büyük suskunlukların tam ortasındaydık. İnsanlar yanıyordu, ama sesleri duyulmuyordu. Herkes ya susuyor ya görmezden geliyor ya da tek bir etiketle tüm bir halkı yargılıyordu. Ben, belki de o sesi duyulmayan insanların çığlığına kulak olmak istedim. Gözlerini kaçıranların gözlerine, susanların sessizliğine, yok sayılanların hikâyesine bakmak istedim. Sadece görmek için değil; gördüğümü duyurmak, duyduklarımı yazmak, yazdıklarımla bir vicdan bırakmak için…
Gazetecilik eğitimi almadım. Alaylıyım. 16 yaşımda yerel bir televizyon kanalında “Yumurcak” ismiyle bir çocuk programı yaparak basın dünyasının kapısını araladım. Ailemden ve çevremden gelen itirazlara rağmen durmadım. Onlar televizyona karşı çıkınca, bir radyoyla anlaştım. Sesler yükselince bir gazeteyle de… Böylece aynı anda televizyon, radyo ve gazetede gönüllü olarak, tek bir kuruş almadan çalışmaya başladım. Çünkü bu bir iş değil, içsel bir çağrıydı benim için.
Gazetecilik olmasaydı felsefe, hukuk ya da beyin cerrahı olmak isterdim. Çünkü ya zihni anlamak ya adaleti sağlamak ya da hayatı kurtarmak isterdim. Ama hepsinin kökeninde yine aynı ihtiyaç var: insanı duymak, anlamak, korumak. Ben o ihtiyacın peşine düştüm. Ne yaparsam yapayım, kalbimin sesi hep insandan yana oldu. O yüzden gazeteci olmadım sadece; tanık oldum. Ve hâlâ tanıklık ediyorum.
Gönüllü çalışmalarınıza nasıl başladınız ve bu alandaki ilham kaynağınız nedir?
Benim için gönüllülük bir karar değildi, bir cevap oldu. İçimden gelen, adını koymadan peşinden yürüdüğüm bir çağrıydı. Yardım edeyim diye değil, hakkı teslim edeyim diye çıktım yola. İlk adımımı attığımda cebimde hiçbir şey yoktu ama içimde taşıdığım adalet duygusu her şeyden ağırdı.
Daha 8. sınıftayken okulda “Zenginden al, fakire ver.” diye bir proje başlatmıştık. Mahallede çocuk gözüyle zengin olduğunu düşündüğümüz evlerden, çevremizden küçük yardımlar topladık. Bir havuz oluşturduk. Bir ton kömür ve bir soba aldık. Kışın ortasında bunu en ihtiyaç sahibi aileye vermek istedik. Araştırdık, konuştuk, listeler oluşturduk. Sonra bir arkadaşımız, her gün önünden geçtiğimiz kerpiç bir evde tek ayağı kesilmiş, dört çocuk annesi, eşi tarafından terk edilmiş bir kadının yaşadığını söyledi. Gittik. Kapıyı koltuk değnekleriyle bir kadın açtı. Evin içi buz gibiydi. Küçücük bir odada dört çocuk, yırtık bir battaniyeye sarılıp titreyerek ısınmaya çalışıyordu. O sobayı ve kömürü hemen o eve götürdük. Ama asıl kıvılcım o an içimde çaktı. Günlerce kendime şu soruyu sordum: “Ben her gün buradan geçiyorum ve bu evde yaşananlardan nasıl habersiz kalabilirim?”
O gün, o kapının önünde, o kırık dökük divanın başında kendime bir yemin ettim: Farkında olarak yaşayacaktım. Kim, nerede, nasıl bir ihtiyaç içindeydi? Bilmek, görmek ve elimden geliyorsa bir şey yapmak zorundaydım. O günden sonra mahallemde saatlerce duvarın üstüne çıkıp oturup sokaktan geçenleri izledim. Gözlemlerim birer nottu artık, kalbimde açılan defterin satırlarıydı.
Sonra Suriye savaşı başladı. Göç eden insanların dramı içimi parçaladı. Yerimde duramadım. Eşimle birlikte, gücümüz yettiğince bazen bir koli erzak, bazen birkaç kilo meyve alıp İstanbul’un gece sokaklarına çıkmaya başladık. Kâğıt toplayan çocukları, bir köşede sessizce oturan insanları takip ettik. Gerçekten ihtiyaç sahibiyse, isimlerini deftere yazdık. Geri dönecektik. Ve döndük.
O yolculuk bizi binlerce hayatla buluşturdu. Ama yetmedi. Göç eden insanların geldikleri yerleri, o yangının içini görmeden bu tanıklık eksik kalacaktı. Bu yüzden 10 yıldır her üç ayda bir Suriye’ye gidiyorum. Çünkü bir annenin “beni gören biri var mı?” der gibi bakan gözleri, hâlâ yolumun pusulası. Bazen bir battaniye taşıyorum, bazen bir oyuncak. Ama her zaman tanıklık ediyorum.
Benim için gönüllülük, bir iyilik hâli değil; bir adalet terazisidir. Elimle taşıdığım şey bazen bir koli olabilir, ama ruhumla taşıdığım şey onların unutulmuşluğudur. İlhamım; adı bilinmeyen kadınlar, ağlayamayan çocuklar, gözleriyle yardım isteyen insanlar… Ve onların sessiz çığlıkları. Çünkü çoğu zaman en güçlü haykırış sessizliktir.
Benim referansım inançtır. Allah’ın “bak” dediği yerden bakmaya çalışıyorum. Biliyorum ki bazen bir tebessüm, bir milleti ayağa kaldırır. Bazen bir dokunuş, bir ümmetin vicdanı olur. Ve gönüllülük, tam da bu inceliği taşır.
Suriye’ye yaptığınız ziyaretlerde gördüğünüz manzaralar sizi nasıl etkiledi? Yardım faaliyetlerinizde en çok neye odaklandınız?
Suriye, sadece bir savaş coğrafyası değil; insaniyetin sınandığı bir aynadır benim için. Her gidişimde başka bir yara, başka bir hikâye bıraktı üzerimde. Ve her seferinde oradan sadece tanıklıkla değil, taş gibi bir sessizlikle döndüm. Çünkü orada zaman başka akar; acı sesle değil, çoğu zaman sessizlikle konuşur.
İlk gidişimde yanmış evlerin önünde durdum, sessizce ağlayan çocuklara baktım. Gözlerime baktıklarında sanki “beni unutma” diyorlardı. O an anladım: bazen bir yardım kolisinden çok daha kıymetlisi, bir çocuğa “sen hâlâ varsın” diyebilecek bir göz temasıdır.
Ben yardımı hiçbir zaman un, şeker, battaniyeye indirgemedim. Bazen bir oyuncak götürdüm, bazen bir hikâye defteri… Çünkü bir çocuğun oyun hakkı savaşla elinden alınamaz. Oyun, yaşama tutunmanın bir başka yoludur.
Bazen bir annenin başını okşadım. “Görünüyorsun” dedim içimden. Çünkü bazen bir annenin “hâlâ varım” diyebilmesi, bir çuval undan çok daha kıymetlidir.
Suriye’ye her adım attığımda içimden bir parça eksilir gibi olurdu. Sanki görünmeyen bir kefen giyerdim üzerime. Ama orada sadece ölüm yoktu. Direniş vardı. Umut vardı. Gözleriyle hayatı tutan çocuklar, enkaz altından çıkan şiirler vardı. Ve en çok da annelik… Kadınların gözlerinde kurulan yeni dünyalar…
Yardım çalışmalarım hiçbir zaman listeyle sınırlı olmadı. Liste dışındaki gerçek ihtiyaçlara kalbimle dokundum. Çünkü savaş en çok kadınları ve çocukları görünmez kılar. Ve ben, görünmeyenleri görmeye geldim. Görülmek yaşamak kadar değerlidir. Bazen sadece bakmak bile “senin varlığın önemli” demektir.
Suriye’de sadece yardım dağıtmadım; tanıklık ettim. O tanıklıklar kalbimi büyüttü. Acıya dayanmayı, umudu terk etmemeyi, sessizliğin içindeki haykırışı duymayı öğretti. Çünkü savaşın ağırlığı kadar, dayanışmanın hafifliği de vardı orada. Ve bazen insan, sadece görülerek iyileşir.
Bir gün yaşlı bir teyze bana “Misafir ağırlamayı özledik.” dedi. O cümleyle birlikte içimde bir şey açıldı. Oraya artık sadece yardım götüren biri olarak değil, misafir olarak gitmeye başladım. Kardeş olmaya, birlikte oturup çay içmeye, bir sofraya diz kırmaya…
Zamanla şunu fark ettim: Biz burada yapay, imitasyon bir hayatın içindeyiz. Orada ise her şey fazlasıyla gerçekti. Acı gerçek, sevinç gerçek, açlık, tokluk, gülümseme, soğuk, sıcak… Dokunduğun her şey kanlı canlı bir hakikatti. Ve bu gerçeklik, bizim içinde yaşadığımız ama çoğu zaman hissedemediğimiz hayattan çok daha sahici, çok daha iyi geliyordu bana. Beni iyileştiriyordu.
Ben, Suriye’de sadece yardım etmedim. Gerçeğin kendisine gittim. O yüzden ne zaman yorulsam ne zaman kendi içime sıkışsam, kalbimi oraya taşırım. Çünkü orası hâlâ bana insan olmanın ne demek olduğunu hatırlatıyor.
Madde bağımlılığı ile mücadele eden gençler ve savaş mağduru ailelerle yaptığınız çalışmalardan bahseder misiniz? Bu alandaki tecrübelerinizin sizin için özel bir anlamı var mı?
Madde bağımlılığı, çoğu zaman görünmeyen bir savaştır. Sessiz, karanlık ve sessizce içten içe tükeniş. Pek çok genç bu yola “Kimse beni görmedi.” diyerek çıkıyor. İşte ben tam da o noktada “Ben seni görüyorum.” demek istedim. Çünkü görünmek, iyileşmenin ilk adımıdır.
Bu çalışmalarda gençlerin gözlerinde sadece bağımlılığı değil, çocukluklarından kalan izleri de gördüm. Unutulmuşlukla örülmüş sessiz hayatlar… “Ben buradayım.” demek için zararlı maddelere sığınan kalpler… Ve o kalplere sadece söz değil, gerçek bir bakış, bir dokunuş gerektiğini fark ettim.
Her bir gençte, sadece kaybolan bir birey değil; görülmemiş bir çocukluk vardı. Onlara dokunurken, aslında kendi içimdeki yaralara da dokundum. Her hikâye beni biraz daha insan yaptı. Dinledikçe yargılamaktan uzaklaştım. Çünkü bazen en büyük iyilik, susmadan önce sabırla dinlemektir.
Benim için bu çalışmalar bir sorumluluktan öte, bir ibadet gibiydi. Sadece yardım onlara yardım ediyormuş gibi görmedim. Her dokunuşta kendimi de onardım. Kendime rağmen değil, kendimle birlikte yürüdüm bu yolda. Çünkü iyileştirmek, önce kendini insanca hatırlamaktır.
Savaş mağdurlarında ise başka bir sükût vardı. En çok da ağlamayan annelerin gözlerinde durdum. Çünkü o gözlerde kaybın sesi yoktu ama varlığı çok büyüktü. Ağlamamak da bir çığlık olabilir; ve o sessizlik, içimde derin yarıklar açtı.
Savaşın ve bağımlılığın izleri birbirine benzer aslında: ikisi de ruhun görünmezliğinden beslenir. Ve ben bu görünmeyenlerin sesine kulak verince anladım ki; bazen sadece “buradayım, seni görüyorum” demek bile bir hayatı geri getirebilir.
Madde bağımlılığı, savaş mağdurları ve sosyal sorumluluk projeleri konusunda toplumsal farkındalığı artırmaya yönelik daha neler yapılabilir? Okuyucularımıza tavsiyeleriniz neler olur?
- Önce görmeliyiz. Gözümüzün önündekini görmezden gelerek hiçbir yaraya dokunamayız.
- İyilik büyük adımlarla değil, küçük dokunuşlarla başlar. Komşumuzun ihtiyacını fark etmeden dünyayı değiştiremeyiz.
- Suskunlara kulak verelim. Herkes konuşanı dinler ama asıl mesele susanı duyabilmektir.
- Sosyal medya duyurudan öteye geçmeli. Gördüğümüzü paylaşmak değil, hissettiğimizi dönüştürmek sorumluluğumuzdur.
- Çocuklara oyun alanı değil, görünürlük vermeliyiz. En çok onlar unutuluyor; onları hatırlamak bir sadakadır.
- Gençlerle konuşalım, onları yargılamadan dinleyelim. Bir bağımlı önce insan olduğunu hatırlamalı.
- Sivil inisiyatifler teşvik edilmeli. Gönüllülük bir sistemin parçası değil, vicdanın sesidir.
- Şehirlerde değil, yüreklerde farkındalık inşa etmeliyiz. En büyük değişim, insanın içinden başlar.
- Unutmayalım: yardım etmek değil, hak teslim etmektir önemli olan. Gönüllülük, bir üstünlük değil; bir eşitlenme hâlidir.
- Ve en önemlisi: göz teması kurmaktan vazgeçmeyelim. Çünkü bazen bir bakış, bir çocuğun kaderini değiştirir.
- Filistin denilince aklınıza gelen ilk kelime?
Direniş
- En son okuduğunuz kitap?
Seyah-ı Alem Evliya Çelebi’nin Dünyaya Bakışı
Prof. Dr. Robert Dankoff
- Seni en iyi tanımlayan kelime?
Bağımsız
- Tek bir süper gücün olsa ne olurdu?
Zamanı durdurmak isterdim…
Ama herkesin zamanı değil.
Bir çocuğun gözünden süzülen yaşın düştüğü anı…
Bir annenin savaş ortasında “Beni gören biri var mı?” diye baktığı o bakışı…
Bir insanın içinden sessizce “Ben var mıyım hâlâ?” dediği anı…
İşte tam o anları dondurmak, içine girebilmek, o boşluğu sevgiyle, görünürlükle, ilgiyle doldurabilmek isterdim. Çünkü acı, en çok fark edilmediğinde büyüyor. Ve ben, acının büyümesini değil, görülmesini isterdim.
Bir annenin başını okşarken zaman dursa…
Bir çocuk, oyuncağını tutarken savaşın sesi susa…
Bir tebessüm, bin yıl sürecek kadar uzun olsa…
Ben süper gücümü görünmeyeni görünür kılmak için kullanmak isterdim.
Çünkü kalpten kalbe yol varsa, o yol en çok görülmeyi hak edenlere varmalı.
Ve bazen bir bakış, bir hayattan fazlasıdır.
- Geleceği düşündüğünde hissettiğin şey?
Sorumluluk ve kırılgan bir umut hissediyorum.
- Bir cümleyi bitir: “Hayat…”
“…bir iz bırakma çabasıdır, ses olunmamış bir hikâyede.”
- Çocukluğunuzdan tadı damağınızda kalan bir tat…
Asla unutmadığım unutmayacağım tatlar var.
Leblebi tozu, cino, salçalı ekmek…