Dünyada var olan hiçbir varlığa benzemeyen, akıl ve irade sahibi oluşuyla yaratılanların en güzeli sıfatını omuzlanan lakin Hafız Şirazi’nin, “Bir kaç damla kan, bin bir endişe…” dediği insan… Sahi kimdi insan?
Arapçadaki “ins” kelimesinden türeyen insan kelimesinin anlamı, beşer ve insan topluluğu demektir. Gerçekçi, belirli bir kimliğe sahip, özgür irade ile üretebilen ve duyguları olan bir varlıktır. Bunlar insanın lügatteki kelime karşılığıdır. Manevi olarak ise insanoğlu bir arayışın içinde yeryüzüne gelir. Kimi zaman rızkını, kimi zaman hakikatini arar. Maddi âlemdeki her türlü arayışını hızla sonuçlandıran insan için manevi arayışı uzun sürüyor.
FITRATINA TABİ İNSAN
Tüm arayışların ölümle nihayete ereceğini bilmesine rağmen insan, aramaya ve anlamlandırmaya devam etmiştir. Hatta çoğu zaman ölüm sonrasını da anlamlandırmaya çalışmıştır. Bu çaba ise insanı iki endişeye sürüklemiştir: Her an ölme ihtimaline karşı hayatta her istediğini gerçekleştirmek için aceleci davranma ve yaşantısını idame ederken niyetlerine göre ona taksim edilenlerle yetinme. Bu endişeler ve kaygıların ölümle sona ereceğini bilmesine rağmen insan zihninin en tenha köşelerinde dahi anlamını ve mutluluğunu aramaya devam etmiştir. Tarihsel süreçte birçok inancın ölüm sonrasında insana getirecekleri, insanın bu dünyada yaşadığı sıkıntılara karşı direncini arttırmaktadır. İnsanoğlu bu dünyaya gelişini, hayatta başına gelen iyi veya kötü olayları ve felaketleri anlamlandırmak için zihin sınırlarının üstünde bir destek aramıştır. Bu noktada yaratıcısı tarafından kurulacak bir mahkeme sıkıntılara karşı rahatlatan bir anlamdır. İnsanoğlunun bu hayattaki gayesi, nereye gittiği ve ölümden sonrası aslında aradığı ilk anlam olmuştur. Hatta bu arayış, acıktığında karnını doyurmak gibi kısa süreli rahatlık vermemiştir. Aksine bu, içinde her zaman büyük bir boşluk ve ruhunda bunalım hali oluşturmuştur.
Hayatın içinde zamanla gayelerin değişmesi ile birlikte, insanın hayattaki amacı yaratıcıyla kurduğu bağdan zamanla dünyalık gayelere yöneldiğinde ruhundaki boşluk hissi gittikçe büyümüştür. İnsanın hayata dair istekleri ve talepleri değiştikçe, vaktinin çoğu hayatın içinde harcandıkça yaratıcısıyla kurduğu samimi ilişkideki mana da değişmiştir. Modern toplumun manevi anlayışında günlük yaşantı içinde sahip olduğu küçük mutluluklar ya da kısa hazlar onu bir süre için oyalamış ve tatmin etmiştir. Fakat uzun vadede sahip oldukları ruhunu tatmin etmemektedir.
TARİHİ DEVRİMLER VE İNSAN
Toplumların geçirdiği değişimler ve dönüşümler, toplumun yapı taşı olan insanın değişmesi ve sonucunda kültürel, manevi dönüşümü de beraberinde getirmiştir. Özellikle Sanayi Devrimi sonrası yaşanan makineleşme ve şehirleşme insanın hayatında köklü bir değişim oluşturmuştur. Bu değişim ve dönüşüm içinde insanın hareketliliği arttı ve mekâna ya da bir hedefe olan bağlılığı azaldı. Değişimin içinde eski yaşantısına dair sahip olduğu anlamları ise zamanın içinde yeni modern hayata uyumlamayı tercih etti. Süratle devam eden modernleşme ve şehirleşme içinde insan bir süre sonra yaptıklarını anlamlandıracağı ya da mana kazandıracağı dini bağının azaldığını, yaratıcısıyla kurduğu ilişkinin zayıfladığını hissetti. İlk başta bunun farkına varamayan insan için inançtan ve imandan uzaklaşmak eşzamanlı olarak ruhundaki boşluğu da geliştirdi.
Batı’daki insanlar tarihsel süreç içerisinde inanmanın anlamından uzaklaştığı için, açılan boşluğu farklı toplumsal hazlar ve inançlarla doldurdu. Kolektif olarak inanılan nesneler ya da olgular değişti. Çünkü insanın psikolojisi, kendi üstünde bir anlam arayan manevi yönü boşluk kabul edemeyecek kadar önemli bir meseleydi. Onlar, çoğunlukla ihtiyaçlarına karşılık vereceğini düşünerek birçok inanç ve dini olguyu isteklerine göre harmanlayıp anlamlandırmaya çalıştılar. Fakat bu insan için ancak daha büyük bir karmaşaya sebebiyet vermişti. Dağınıklıktan düzen beklenemeyeceği gibi insan eliyle oluşturulmuş karmaşadan da bir sonuç beklenemezdi. Çünkü yazının bir noktasında insanın fıtri olarak zihninin sınırları üstündeki bir varlığın onu rahatlattığını söylemiştik. İşte bu nokta insanın kendi başına oluşturduğu ya da dönüştürdüğü inanç olgularıyla bir anlam inşa edemeyeceğini göstermektedir.
Diğer yandan tarihsel süreç içinde İslam inancının değiştirilemez ve ya dönüştürülemez oluşu, insanın anlam arayışında sarsılamaz bir güven vermektedir. İnsanın yaratılışında ruhuna yaratıcısından üflenen nur, onun en kuvvetli bağıdır. Dolayısıyla hangi dönüşümleri yaşarsa yaşasın ya da manevi olarak ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, ruhunda bulunan nur onu her zaman başladığı noktaya geri döndürecektir. Tıpkı topraktan yaratılan insanın ölünce yine toprak olarak özüne dönmesi gibi. Tüm bu noktalar insanın anlam arayışının manevi olarak doygunluğu ile son bulacaktır. Yaratıcısıyla arasına mesafe koyan insan, ruhen bir kayıp hali yaşadıkça hayatın anlamını arayacaktır. Sonuç olarak biz de o anlamı arayalım sevgili okur. Elimizde fenerle, gönlümüzde nurla arayalım. Zira bulanlar, bir zamanlar arayanlardı.