Cuma, Mayıs 9, 2025

Anlamın ve Derinliğin Yolculuğu

Dilek Uysal
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi-Türk Dili ve Edebiyatı

Paylaş

Her ne kadar “bilginlik” ve “bilgelik” terimleri zaman zaman birbirlerinin yerine kullanılsa da bu iki kavram anlam ve derinlik bakımından ayrılmaktadır. İlk bakışta her ikisi de anlamaya ve kavramaya yönelik zihinsel bir çabaya sahipmiş gibi bir izlenim verse de aralarında çok ince ama önemli nüanslar bulunmaktadır. Bilginlik; bireyin akıl yürütme, analiz etme ve sistemli araştırma yöntemleri aracılığıyla bilgiye ulaşabilme yetisini ifade eder. Buna karşın bilgelik, bilgi ediniminin daha da ötesine geçerek elde edilen bilginin derinlemesine anlaşılması, içselleştirilmesi ve uygun bağlamlarda işlevsel hâle getirilmesi gibi olgusal farkındalıklar sunar. Bu süreç, bireyin zihinsel birikiminin dünya görüşü ve maneviyatla sentezleyerek ruhsal kimliğinin inşasında önemli rol oynamasına imkân tanır. Dolayısıyla, bu gibi farklardan hareketle bilginin bireyde zihinsel ya da duygusal bir krize yahut bunalıma yol açmaması adına o bilgiyi doğru biçimde yorumlamak ve yaşam deneyimleriyle harmanlamak gerekir.

Söz konusu kavramlar, insanlık tarihi boyunca farklı medeniyetlerde epistemolojik ve ontolojik açıdan önemli bir konuma sahip olmuştur. Bilginin tarihsel aktarımında kitaplar kaynak olmanın ötesinde, yol gösteren birer kılavuz konumundadır. Elbette, bilgelik olgusu için metin merkezli bir okuma eylemi tek başına yeterli gelmez. Zira anlık bir kazanım olan bilginin bilgeliğe dönüşmesi, hayat boyu devam eden ve yaşamın içinde var olan tüm etki alanlarının kapsayıcılığını dikkate almayı gerektiren bir olgunlaşma sürecini ifade eder. Başka bir ifadeyle bilgelik; pasif algıyı aktif bir üst bilince; teorik bilgiyi pratik anlamaya; yüzeysel farkındalığı eleştirel düşünce temeline dönüştürme gayreti olarak değerlendirilebilir.

Teorik olarak ele aldığımız bu hususun pratik düzlemdeki tezahürlerini gözlemlemek ve söz konusu ayrımı somut bir argümana bağlamak amacıyla Gülşehri’nin Mantıku’t-Tayr adlı eserinde yer alan “Gemici ve Dil Bilgini” hikâyesine atıfta bulunmak anlamlı olacaktır.

Hikâyede, biri dil bilgini diğeri ise geminin deneyimli kaptanı olan iki kişinin beraber çıktıkları bir deniz yolculuğu anlatılır. Yolculuk öncesinde dil bilgini herhangi bir tehlikenin olacağını öngörmeden, korkusuzca ve endişe duymadan gemiye biner. O sırada gemici, sefer hazırlıkları için geminin bakımını yapmakla meşguldür. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra yola çıkılır. Bir akşam gemici yelkenini açtıktan sonra dil bilgininin karşısına oturur. Bu esnada dil bilgini gemiciye dil bilgisiyle, doğru bir şekilde kelimeler kullanıp kullanamadığını;  canını ve bedenini yetkin kılmak için dil bilgisi öğrenip öğrenmediğini; Arapça gramerde üç ana durumu (üstün, esre ve ötre) ve de Fatiha Suresi’nin i‘rabını yapıp yapamayacağını sorar. Gemici ise bu zor işe dair bir fikrinin olmadığını ve bu hususta derinlemesine düşünmediğini, kendi işine odaklandığını ifade eder. Bunun üzerine entelektüel donanımına güvenen dil uzmanı, gemiciye dönerek “Ömrünün yarısı boşa geçmiş.” değerlendirmesinde bulunur.

Bu küçümseyici sözler gemiciyi incitip derinden etkilese de o, bu durum karşısında susmayı tercih eder. Konuşmanın üzerinden bir süre geçtikten sonra gemi, beklenmedik bir şekilde girdaba kapılır. Bu kez söz sırası gemicidedir; dil bilginine yönelerek “Ey bilgin! Hiç suya düşme ihtimalini düşünüp yüzme öğrenmeyi gerekli gördün mü?” Dil bilgini, bu beklenmedik olasılığı hiç hesaba katmadığını ve yüzmeye dair bir beceriye sahip olmadığını söyler. Üstelik her türlü bilgi ve akademik donanıma sahip olduğunu, yüzme işinin ancak gemiciler için bir uzmanlık alanı olduğunu savunur. Bunun üzerine gemici dil bilginine dönerek “O zaman ömrünün tamamı boşa gitti.” der.

Yüzeyde yalın bir anlatımla aktarılan hikâyenin arka planında dikkatli bir okuma ile fark edilecek derinlikte sembolik ve öğretici mesajlar bulunmaktadır. Anlatının merkezinde zahiri bilgi (ilmü’l efkâr) ile batınî bilgi (ilmü’l esrâr) arasındaki ayrım vurgulanmaktadır. Başka bir ifadeyle akılla elde edilen bilgiyi kalp süzgecinden geçirerek bilginin bilgeliğe dönüşüm yolculuğu ele alınmaktadır. Bu da bireyin bilgiyle kurduğu ilişkinin niteliğini sorgulayan bazı temel soruları akla getirmektedir:

  • Birey sahip olduğu bilgiyi hayatına yansıtabiliyor mu?
  • Bilgi ediniminde esas olan öğrendiklerimiz midir yoksa öğrendiklerimizi nasıl kullandığımız mıdır?
  • Bilgi bireyin zihin dünyasında yük müdür yoksa yaşam yolculuğunu aydınlatan rehber midir?

Her ne kadar bilgi çağında yaşadığımız iddia edilse de bu sorular, içinde bulunduğumuz dönemin kusursuz bir portresini de sunar. Zira günümüzde sorgulamayan, düşünmeyen, eleştirmeyen, aktarmayan bir güruh yani ezberci âlimler gittikçe artmaktadır. Bu da ambalajı süslü içi boş bir kutunun açıldığındaki hayal kırıklığı kadar anlamsız ve değerden yoksundur. O zaman zihinde kalan pratiğe dökülmeyen her bilgi, hakikati örten acımasız bir maskedir denilebilir.

Bu hikâyeden hareketle şu çıkarımları yapmak mümkündür:  Her bilgi her bağlamda işlevsel değildir; hayatın gerçekleri yalnızca kitaplardan ezbere öğrenilemez. Bilgiyle övünmek bireyi yanıltabilir zira bilgi tek başına yetersiz olmayıp farklı deneyimlerle harmanlandığında değerli hâle gelir. Eğer edinilen bilgi farklı bakış açılarıyla zenginleştirilip deneyimsel bir yolculuğun kapısını aralamıyorsa kişi, o bilginin hamalı olmaktan öteye geçemez.

KAYNAKÇA

Kur’ân-ı Kerim, (Cum‘a, 5)

Gülşehrî, Mantıku’t-Tayr, (Haz. Kemal Yavuz), Ankara: Kırşehir Valiliği, 2008.

İlginizi Çekebilir

İlginizi Çekebilir