(İslâm Düşüncesi Dergisi, Sayı:3, Eylül 1967/Mahir İz)
İslâm dini iman ve amel-i salihten ibarettir. Malum olduğu üzere iman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye, Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Allah’ın kulu ve peygamberi olduğuna inanmaktan ibarettir. Bu iman, tafsilen yani etraflı olarak bilinmezse icmâlen, bilinmesi imanın zaruretidir.
Amel-i salihe gelince: Her müminin bütün hayatınca işleyeceği düşünülen ve adına “Ef’al-i Mükellefin” denilen ve yapılıp yapılmamasına nazaran iki kısma ayrılan sekiz hâlden ibarettir. Bunlardan farz, vacib, sünnet, müstehab, mübah; yapılması zaruri veya tabiî olanıdır. Geri kalan üçü ise haram, mekruh ve müfsiddir ki bir müminin yapmaması lazım gelen fiillerdir. İşte amel-i salih, yapılması gereken ve yapıp yapmamakta müminin serbest olduğu bu beş fiilin efdalini ve en müreccahını aramak ve onu işlemektir. Yapılmaması lazım gelen diğer üçünden de sakınmak, hükmen amel-i salih değerindedir. Kitaplar ne kadar etraflı yazılsa yine mücmel metinler hâlindedir. Bütün ef’ali mahiyetine göre prensiplere irca etmek suretiyle amel-i salihi her kısımda bulmak mümkün olabilir.
İşte beşerin ruhuyla beraber yürüyen ve inandığı müddetçe ondan ayrılmayan ef’al-i mükellefinin1 hayattaki tatbikatında amel-i salihi aramak takvadır. Takva, evvelce de tarif ettiğimiz gibi her işte Hakk’ın rızasını aramaktır. Dinde gaye-i kemal amel-i salihe ulaşmaktır. Ancak amel-i salih ile ebrar mertebesine vasıl olmak mümkündür. Ahyâr-ı Ümmet de (En hayırlı ümmet) yine amel-i salih erbabı arasından çıkar. Yani Allah’ın en sevgili kulu, her işte amel-i salihi arayıp bulandır.
Amel-i salih bir fiil-i sabit (Durağan fiil) değildir. Mevkiye göre, mevsime ve şahsa göre değişebilir. Evvelce de arz ettiğimiz gibi herhangi bir hayrın, birr (İyilik) ve ihsanın bir amel-i salih olabilmesi için mutlaka o fiilin bir başkasına hayrı dokunmalıdır. Cennetteki köşkler de tıpkı dünyada olduğu gibi; iyi amele, iyi usta, iyi kalfalarla kemalini bulur. Ahiret köşklerinin işçisi de “Muhtacîn-i Amele”dir. Yardıma müstahak olanlara, ihtiyaç sahiplerine yapılacak yardımlarla cennetteki köşkler semaya yükselir. Yani en çok yardıma ihtiyacı olan salih, en iyi cennet amelesidir. Yoksa yalnız kendini düşünen birinci sınıf manevî mimar, projesini bizzat tatbik etmek istese, ömrünün sonuna kadar ancak bir gecekondu vücuda getirebilir. Onun da hesabını verip cennet kapısından sokabilirse ne mutlu!
Bir mümin savm-ı dehir yani ömür orucu tutarak seccadeden kalkmasa, cebindeki parası ile ancak kendi nefsini köreltse, kafasındaki bilgisinden başkasını faydalandırmasa, kolunun gücünü, bacaklarının hareketini ancak kendi işinde kullansa zavallı gafil sofu Hakk’ın verdiği bu nimetlerin şükrünü eda etmediği için hiçbir zaman mesuliyetten kurtulamayacaktır. Bizim mevzumuzun başlığı selamdır. Selamı etraflıca tahlil edelim. Başkasına; bir ferde veya bir cemaate ilk hitap, selamdır. Önce selam, sonra kelam derler. Selamın manası nedir?
Bir selamda iki hüküm vardır. Biri, “Benden size zarar gelmez.” demektir ki bu emniyet, itimat ve muhabbete vesiledir. İkinci hüküm; temenni ve duadır ki “Size başkasından da zarar gelmesin.” demektir. Bu suretle söz kapısı emniyetle açılır ve karşılıklı kalp kuvveti hâsıl olur. Selamda amel-i salihin ne surette tecelli edeceğini izahtan evvel, selamın mahiyeti üzerinde duralım.
Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde buyurmuştur ki: “Selam vermek mergûb ve makbul bir amel, selamı iade etmek ise vacib bir borçtur.” Acaba neden “Redd-i Selam” yani selamı karşılamak daha ehemmiyetli görülmüştür? Çünkü vahyi ilâhî ile insanlara hakâyıkı (Hakikatler) tebliğe memur olan Hatemu’l Enbiya Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tabiatıyla en büyük ruhiyatçı idi. Verilen selam alınmazsa en hafifinden kalp kırılır, muhatabın aldığı terbiyeye göre münakaşa, mücadele ve dövüşmeye kadar yol açacak bir fitneye sebep olur. İşte bunu önlemek için verilen selamı almak vaciptir.
İslâm’da selamlaşmak din sosyolojisinin temeli, din psikolojisinin de ana hattıdır. Bir toplulukta, ikinci şahısla veya bir cemaatle ilk münasebet selamla kurulur. Bu itibarla ictimaî (Toplumsal) ilmin temeli sayılır. Gönül almanın da ilk tabiî adımı olmak dolayısıyla da ahval-i ruh ilminin temel prensibi addolunur. Selam, bir toplulukta aşinalık vesilesidir, tanışma onunla başlar. Maksat fertler arasındaki yakınlığı temin etmektir. İki Müslüman birbirini gördüğü zaman, dinleri, milliyetleri ayrı iki yabancı gibi karşılıklı lakayt kalamazlar. Hadis-i Şerifte, “Müminler bir evin duvarları gibidir, birbirlerini takviye ederler, ayakta durmasına vesile olurlar.” buyurulmuş. Maddî, manevî yapılacak bu takviye ile binayı İslâm her türlü sarsıntıdan kurtulur. Bunun için de muarefe (tanışma) gerektir, o da selamla mümkündür. Görülüyor ki cemiyetin temeli selamla kuruluyor.
Her millet kendi dili ve âdeti iktizası birbiriyle kendi ananeleri üzere selamlaşırlar. Müslüman milletler de böyledir. Arap’ın, Türk’ün, Hintli’nin, İranlı’nın ve dünyada mevcut bütün Müslüman milletlerin kendi dilleriyle birbirlerine verdikleri selam, Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), “Birbirinizle selamlaşınız.” Hadis-i Şerifinin mazmununa girer. Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şerife, tefsir ve şerhlerine, mazmun ve medlullerine iyi dikkat edilmezse hataya düşülmüş olur.
Mesela “Aranızda selamı yayınız.” mealindeki Hadis-i Şerife dikkat edilecek olursa karşıdakinin senden olduğunu bilmedikçe, Müslümanlara mahsus selamı ona vermek doğru olmaz. Sokakta her karşılaştığına “Selamun Aleyküm” demek doğru değildir. Selam adamına göre verilir. Çocuğa “Nasılsın oğlum?”, kendi yaşındakine “İyisiniz inşallah efendim?”, büyüklere mukabele olarak “Hürmet ederim efendim.”, çarşıdaki esnafa “Pazar ola hemşehrim!”, balık tutana “Rastgele kardeşlik!”, yemek yiyene “Bereketli olsun.” demek hep selam manasına gelir. Bütün bunlar muhataba aşinalık ve yakınlık göstermektir.
“Selamun Aleyküm” nazm-ı celili (Çok yüce söz), ancak cami saflarında veya camiye girip çıkarken gördüğümüz kimselere yahut Haremeyn’de (Mekke-Medine) hüccâca (Hacılar), Arap ve Müslüman olduğunu bildiğimiz kimselere verilebilir. O bir emanettir, ehline tevdi etmek gerekir. Fıkıhta mütebahhir bir müfessir olan merhum Elmalılı Hamdi Efendi bir mektubunda, “İslâm yadigârı selamla söze başlayalım.” der ki ne kadar güzel tasvir buyurmuştur. Hakikaten O bir yadigâr-ı İslâm’dır. Araplar bu İslâm selamına “Tahiyyetu’l İslâm” derler ki Kur’an-ı Kerim’de selam hakkındaki Ayet-i Kerimenin medlûlünden ilham alınmıştır.
Müslümanların birbiriyle tanışmasına vesile olan “Selam” Ayet-i Kerimesinde selamın manası “Tahiyye” kelimesiyle tebliği ve beyan buyurulmuştur. “Siz herhangi bir selamla karşılaşırsanız, ondan daha iyi bir tarzda mukabele ediniz yahut aynı kelimeyle iade ediniz.” mealindeki Ayet-i Kerimeden açıkça anlaşıldığına göre selam verip almak mutlaka “Selamun Aleyküm” kelime-i tayyibesini ibzâl etmek (Kullanmak) demek, değildir. Zira muhatap o mübarek cümleye ehil olmaz da cevap vermezse veya müzeyyifâne (Alaya alır şekilde) yüzüne bakarsa şahsımızda izzet-i İslâm’ı rencide etmiş oluruz ki buna kimsenin hakkı olmadığı gibi, bundan dolayı ayrıca vebale girilmiş olur. Binaenaleyh yukarıda arz ettiğimiz gibi merhaba, günaydın, vakt-i şerifler hayr olsun, sabah veya akşam şerifler hayr olsun, iyi günler, iyi geceler veya buna benzer halkın selam yerinde kullandığı ne varsa hepsi selam manasınadır. Hepsi de Ayet-i Kerimenin şumûlüne girer. Çünkü ayet-i kerime “Herhangi bir tahiyye” nazm-ı celili ile keyfiyyeti tasrih buyurmuştur. Muhatabın yüzüne bakmadan kaba bir sesle “Selamun Aleyküm” demek, selam vermek değildir. Bilakis güler yüzle, muhataba dönüp, tebessümle bir baş eğmek amel-i salihtir. Sîret-i Nebeviyyeye (Peygamberin ahlakı) küçük bir nazar bu hakikati meydana çıkarır.
1 Dinen yükümlü sayılan insanların yapmış oldukları davranışlar