Kudüs! Her günümüz, her anımız seni anmakla, sana dua etmekle, senin ismini duymakla geçiyor. Fakat seni gerçekten duyabildik mi bu zamana kadar; bundan pek emin değilim. Yakın bir zamanda Kudüs’ü ziyaret etmek, görmek ve en önemlisi de duymak Rabbimizin izniyle nasip oldu. Duymak nasip oldu; çünkü Kudüs her attığım adımda bana yalnızlığını sayıklıyordu. Özgür olmak istediğini haykıran sokakları vardı.
Gitmeden önce Türklerin Mescid-i Aksa’ya alınmadığının haberini aldık. Yakın zamanda Türkiye’den gelen bir vatandaşın işgalci askerlere saldırısını bahane edip Türkleri almıyorlardı. Ben bunu duyduğumda çok itibar etmemiş ve “Biz tabii ki Mescid-i Aksa’ya gireceğiz. Türkiye’den gidiyoruz, içeri almamaları mümkün değil.” diyerek cesurca konuşmuştum. Fakat anladım ki, orada o kadar da cesur olamayabiliyormuşuz. Oturduğumuz rahat koltuklardan Twitter’da gördüğümüz “Bu Cuma da Müslümanları Mescid- i Aksa’ya sokmadılar.” haberlerini görmekle, Mescid-i Aksa’ya giden ayaklarımın o işgalciler yüzünden geriye doğru dönmesi, asla bir değilmiş. Bunu yaşamak dünyanın en berbat duygularından biriymiş.
İlk gün Ürdün’den Filistin sınırlarına geldiğimizde direklerde asılmış bayrakları gördüm, işgalin bayraklarını! Protestolarda üzerini kan rengine boyadığımız, kırmızı çarpılar koyduğumuz bu bayraklar sanki gerçek bir bayrakmış gibi orada öylece dalgalanıyordu. Bununla yüzleşmek benim için çok zordu. Fakat ben bununla bile yüzleşemeden beni daha büyük bir hayal kırıklığının beklediğini bilmiyordum. Kudüs’ün merkezine gittiğimizde bayraklar her yerdeydi. Binaların pencereleri, balkonlar, arabaların köşeleri, 5 metrede bir konulmuş direklerde onlarca bayrak… Gerçekten boğulduğumu hissettim. Ben dört-beş günde böyle bir manzarayla boğulmuşken Filistinlilerin her günü kendi vatanında bu psikolojik ve fiziksel şiddetlerle geçiyor olması beni daha da utandırıyordu.
İlk gün Mescid-i Aksa’nın kapısından geri çevrilince omuzlarımız düşmüş, büyük bir hayal kırıklığı içinde otele döndük. Ertesi gün Cuma’ydı. Bu Cuma bize ya gerçekten bayram olacaktı ya da o güzel mabetten yine ayrı kalacaktık. Hepimiz ikişer üçerli gruplar halinde Mescid-i Aksa’nın kapılarına doğru yola çıktık. Kapıları ısrarla zorladık. Bir kapıdan kovulan diğerine gitti. Elhamdülillah ki 22 kişilik grubumuzdan 20 kişi o gün tüm günü Mescid-i Aksa’da geçirdi. Kimimiz kalabalıkların arasına karışarak kimimiz Türk olduğunu saklayarak girmek zorunda kaldı. Ama sonuç olarak tüm zorbalıklara rağmen Mescid-i Aksa’daydık! Tabii ben ilk girdiğimiz anda o kadar şaşkınlık içindeydim ki o şokun etkisinden bir türlü çıkamadım. Çünkü bütün direncim kırılmıştı. Mescid-i Aksa’ya giremeden buradan döneceğiz sanıyordum. Ben şokun etkisinden çıktığımda kafamı bir kaldırdım ve zaman durdu sanki. Beni o an Kubbetu’s-Sahra karşıladı tüm şefkatiyle. O an beni sımsıkı kucakladı ve bağrına bastı.
Mescid-i Aksa’ya girmeye çalıştığımız süreçte gruptan bir abla ve ben, bir Filistinli hanım kardeşimizden bizi Mescid-i Aksa’ya götürmesini istedik. Kudüs’ün sokaklarında Mescid-i Aksa’ya doğru yürürken yanımdaki abla bizi iki sivil kişinin takip ettiğini söyledi. Onlar izimizi kaybetsin, peşimizden düşsünler diye hemen bir dükkâna girdik ve beklemeye başladık. Dükkâna girdikten bir süre sonra kapıya baktım ve kapıda beş-altı tane işgalci asker öylece duruyordu. O an kendimi bir film sahnesinin içinde gibi hissettim. İçeriye girip üzerimizi, çantamızı ne varsa aradılar. Bir şey bulamayınca da mecburen geri döndüler. O an kendimde bir şey fark ettim. Ne kadar dışarıya yansıtmamaya çalışsam da korkmuştum. Kudüs’ün her sokağını izleyen güvenlik kameraları, her yerde dolaşan ve insanları takip eden ajanlar, sürekli karşılaştığımız işgalci askerler… Sürekli izleniyormuş hissi o kadar huzursuzluk vericiydi ki… Ben devede kulak olan şu olaylarda bu kadar gerilmişken Filistinli kardeşlerimiz bu olayları her gün yaşıyor, Aksa’nın mücadelesini vermek için her gün daha da dimdik duruyorlar. Bizlerse sadece onlarınmışçasına bu mücadeleyi onlara teslim etmiş, Aksa’yı kendi yalnızlığına mahkûm etmiş olduk.
Filistinlilerin yalnızlığı en çok El Halil’de yüzüme bir tokat gibi çarptı. Burası 8-12 metrelik duvarlarla hapsedilmiş, 7 Ekim’den beri de buraya ziyaret sayısı aşırı azaldığı için şehirdeki ticaret tamamen durmuş durumdaydı. Küçücük çocuklar evi geçindirmek için anahtarlık, kolye, bilezik satmaya çalışıyorlardı. Buradaki acı tablo aslında ümmet olarak bizim utanç tablomuzdur. Bu açık hava hapishanesinde bizim dördüncü önemli kutsalımız İbrahim Camii bulunuyor. Burada İbrahim, İshak, Yakub ve Yusuf (Aleyhimüsselam) peygamberlerimizin makamları var; fakat Yakup Peygamber’i göremiyoruz. Çünkü 1994’de olan vahim olay yüzünden İbrahim Camii’nin yarısı sinagoga çevrilmiş durumda ve Yakub (Aleyhisselam) sinagogun olduğu tarafta duruyor. Biz oradayken sesli Kur’an okuduk. O sırada küçük bir Yahudi çocuk sinagogun olduğu taraftan bize doğru kapıyı yumruklayıp rahatsız etmeye çalıştı. Burası peygamberlerimizin olduğu cami ve burada işgalci güçler ezan okunmasına bile izin vermiyorlar. Burada zorbalığın dozu bu kadar yüksekken elimden hiçbir şey gelmeden peygamberlerimin o mahzun haliyle yüzleşerek buradan ayrılmak, bir Müslüman olarak en üzüldüğüm anlardan biriydi. İbrahim Camii bizlerin Mescid-i Aksa kadar önem vermesi gereken bir yerken, acaba biz gereken önemi -Mescid-i Aksa’ya bile- verebildik mi?
Kudüs ziyaretimi yalnızca iki kez Mescid-i Aksa’ya girerek tamamlamış oldum. Son girişimin bir veda olduğunu anlamamıştım. Onu en son dönüş yolunda otobüsün camından gördüm. Öyle mahzun ve mağdurdu ki… Bizim böyle boynu bükük dönmemizi o da hiç istemiyordu. Müslümanlar onu sürekli ziyarete gelsin; yalnızlığını, derdini, bütün gamını onlarla paylaşsın istiyordu. Onunla böyle uzaktan vedalaşmak, o kadar zor, o kadar ağırdı ki…
Ey Aksa, sana veda etmedik! Rabbimizin nasip edeceği ilk fırsatta tekrar geleceğiz. Tekrar bizi bağrına basacak, sevinçle akan gözyaşlarımızı sileceksin. O özgür günlerde, tekrar kucaklaşmak duasıyla… Allah Teâlâ’ya emanet ol…
