Yoğun bir bağlanma ve güçlü bir sevginin mahalli olan aşk, Lisânu’l-Arab’ta aşırı sevgi (fartu’l-hubb) hâli olarak tanımlanırken felsefî literatürde yüksek bir muhabbet duymaya karşılık gelmektedir. (Kindî, “Tarifler Üzerine”, çev. Mahmut Kaya, Klasik Yayınları, İstanbul 2018, s. 186) Etimolojik açıdan sarmaşık bitkisi ile ilişkilendirilen duygunun, varlığın tamamına hükmeden bir yapısı olmasına binaen kişinin doğasına ilişik karakterini yansıttığı düşünülmektedir. Söz konusu kavram cumhur düzeyinde bireyin yaratıcısıyla olan ilişkisi ile ahlâkî bir bağlamda ele alınırken, tasavvuf gibi bazı alanlarda Allah Teâlâ’ya duyulan sevgi odaklı bir bakış açısı ile kıvam almaktadır.
Aşk olgusunu varlığın özünü oluşturan kemal ve bekâ gayeleri bağlamında tahlil eden İbn Sina (ö. 428/1037) ifadeyi toplumsal düzeyde zahirî boyutuna indirgemeden yahut tasavvuf kanadının ilâhî aşk anlayışından farklı olarak neredeyse tüm varlık katmanlarında olmak üzere geniş bir yelpazede tahlil etmektedir.
DOĞUNUN SÖNMEYEN GÜNEŞİ EŞ-ŞEYHU’R-REİS
Geçmişin hazinesi, şimdinin sözcüsü, geleceğin ise mihmandarı olan İbn Sina “filozofların prensi” terkibiyle nitelenmektedir. (Ömer Mahir Alper, “İbn Sînâ”, TDVİA) Bu itibarla Doğu’nun İbn Sina’sı, Batı’nın Avicenna’sı olan düşünürün, metafiziğe değen konularda gerçek bir otorite konumunda olduğunu söylemek mümkündür. Onun şümullü sistemi Ortaçağ’ın tıkanmış ilim damarlarına karşı nefes açıcı bir temsil sunmaktadır. (Fazlurrahman, İslam Düşüncesi Tarihi, ed. M. M. Şerif ve Mustafa Armağan, İnsan Yayınları, İstanbul 1990, c. 2, s. 99) Sisteminin temellerini oluşturan zorunlu varlık fikrinin tezahürü olan âlemler ise bütüncül bir ilk sevgi temasından hareket etmelerinden mütevellit, “aşk” bahsi İbn Sina’nın eserlerine konu olmuştur.
Varlığın esas kaynağını oluşturan aşk kavramı, muhtelif düşünce akımları vasıtasıyla kadim tartışmalarda ele alınmış olsa dahi er-Risale fi Mahiyeti’l-Işk adlı eser, aşkın ontolojisini incelemek suretiyle öne çıkmaktadır. Kısa bir mukaddimenin akabinde yedi bölümün takip ettiği bu risalenin İbn Sina tarafından öğrencisi Ebu Abdullah El-Mâsumî için kaleme alındığı rivayet edilmektedir. Türkçe literatüre Ahmed Ateş tarafından kazandırılan eserin, barındırdığı konunun ehemmiyetinin de getirisi olarak, oldukça veciz bir üsluba ve ağır bir dile sahip olduğu görülmektedir.
KEMAL VE BEKÂ ARZUSUNUN YEGÂNE DİNAMİĞİ
Tasavvufi bir felsefe alt yapısıyla harmanlanarak özgün bir aşk tanımı sunulan risalede “Aşk, hakikatte güzel (hasen) ve uygun olanı (mülâim) istihsân edip onu talep etmekten başka bir şey değildir.” (İbn Sînâ, Aşkın Mahiyeti Hakkında / Risâle fî Mâhiyeti’l-Işk, çev. Ahmed Ateş, Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul 2017, s. 152) tanımına yer verilmiştir. Bu bağlamda İbn Sina’nın duygunun olgunluk kazanması için uygunluk ve uyumluluk barındırması gerektiği yönündeki beyanının aşka dair tasavvurların aydınlanmasına kapı araladığını söylemek mümkündür. Filozofun bahsi geçen duyguyu istihsân etme ifadesiyle özdeşleştirmesi ise dikkat çekicidir. Talep etmenin öncülü istihsân iken onun da öncülü güzel ve uygun olanın ardına düşmektir. Her varlığın kendi hasebince uygun bulma eylemi gerçekleştirdiği göz önünde bulundurulduğunda; aşkın zuhur etmesi için birtakım ontolojik silsilelerin takibinin gerekliliği ve de cümle varlık kategorileri kapsamında bir dinamizme sahip olduğu bilgisi aşikâr olmaktadır.
Varlığın kemal ve bekâ arzusunun yegâne dinamiği olan aşk, tamamlanmış olmaya duyulan bir hasrettir. Silinip gitmekten ziyade bâkî olma tutkusu barındırmaktadır. Bu anlamıyla kavram; her şeyi kendi iyiliğine yönlendirerek güzelleştirme çabası olarak değerlendirilebilir. (Ayşe Taşkent, Güzelin Peşinde, Fârâbî İbn Sina ve İbn Rüşd’de Estetik, Klasik Yayınları, İstanbul 2018, s. 154) Aşk mefhumuna dair bütüncül bir bakış açısı sunan kitap; günümüz insanının yerle gök arasındaki mücadelesinde kendine edinebileceği sığınakları işaret etmekte olup, zihinlerdeki yerini daha derunî bir manaya bırakmaktadır.