Kan ter içinde yatağından kalktığında yanındaki çalar saat gecenin ikisini gösteriyordu. Uyumuş da uyanmış gibi değildi. Yatakta bir sağa bir sola döndükten sonra içinde büyüyen ve kalbine vuran yumruğa daha fazla karşı koyamayarak ayağa dikilmişti. Yaz yağmuru gibi ansızın bastıran bu ıstırap hiç bilmediği yerden gelmişti kalbine. Bambaşka duygu ve latifelerine hitap ediyordu. Titreyen ellerini sabit tutmaya çalışarak başucundaki sudan bir yudum aldı. İçinde bir bir kıvılcımlanan alev büyüyor ve yüzünden ter olup boşalıyordu.
Bir şeyler yapmazsa içinden dışarı taşacağına emin olduğu bu yangını dindire bilmek umuduyla kendini dışarı attı. Göğsünü kapatan gömleğinin düğmelerini birer ikişer açtı. Sol cihetten, kalbinin olduğu taraftan gelen soğuk yel, vücudunu anında dondurmuştu. Ne var ki içindeki yangına bir tesiri yoktu bu yelin. Gecenin karanlığı içine dolmuş da ateşine odun olmuştu sanki. Yüreğinde parlayan alevlerden başka şey düşünemez hâle gelmişti. Çaresizce, akıntıya bırakır gibi kendini rüzgâra bıraktı. Gittiği yerde rüzgârların burada estiğinden daha soğuk esmesini umuyordu.
Gökyüzünde dolunay vardı. Çevresinde irili ufaklı yıldızlar güzelliklerini göstermek için parılda salar da büyük şehrin ışık selinde bu çırpınışları yeterli gelmiyordu. Gece olduğunda şehrin bu işlek noktasında gürültü ve kalabalık daha da artardı. Korna sesleri, topluca kahkaha atan gençler, elektronik pankartların beyaz ışıkları, eski tip bir arabadan gelen yüksek sesli anlaşılmaz müzik bir birine karışmıştı bugün de. Kendini arabaların hızlıca yanından geçtiği, ara ara iki kişilik bankların bulunduğu bir meydanda buldu. Bu ışıklar, bu gürültü. Yangınını unutturacak ve sızısını uyuşturacakmış gibi çevresindeki şaşalı ve yorucu aydınlığa baktı. Heyhat! Çıplak gözle güneşe bakmış gibi gözlerini acıtmaktan başka bir işe yaramamıştı. Can yuvasında öyle bir çırpınış vardı ki çaresizce sağa sola meyletmekten, savrulmaktan ve etrafı bulanık görene kadar dönmekten kendini alamadı.
Döndükçe döndü. Biraz huzur bulur gibi olmuştu. Sızısını görmezden gelmek değil de onu dinlemekti çare demek ki. İçindeki o derin sızıya kulak verdikçe dış dünyanın sesleri kesildi. İç dün yasında güller açtı, nehirler çağladı. Dert ile derman indinde birdi şimdi. Verilenler adına şükür ve minnet sıcaklığı yayıldı kalbinden tüm bedenine. Bedenini hamd ile tevekkül sardı.
Kulağına toz ve egzozu andıran sesler dolmaya başladı. Yerde yuvarlanan boş bir şişeye ayağı takılmış ve kaldırıma düşmüştü. Başını kaldırdı. Etrafına biraz önce yürüdüklerini hayal meyal gördüğü insanlar toplanmıştı. İçine dönmenin verdiği huzur artık kendinden uzaklaşmış, yerini alelacele gelen hasrete bırakmıştı. “Ah!” yükseldi göğüs kafesinden yukarı istemsiz ce. Kalbinin arkasında bir enstrüman “Ah!” diye inliyordu sanki.
“Düştüğünde bir yeri acımış olmalı.” dedi on iki-on üç yaşlarında bir çocuk. Peh! Karşılığında engin mutlulukların kendisine verildiği küçük bir acı için neden ah etsindi ki? “Zavallı, belki de bir yakınını kaybetti.” dedi sevgilisine sarılan uzun saçlı genç kız. İnsan kendisinin olmayan bir emanet geri alındığında hayıflanma hakkını da nereden bulurdu böyle? “Muhakkak bir derdi ol malı.” dediler. Ardından bir iki de tahmin yürüttüler. Şaşakaldı. Geçmeye yüz tutmuş dert hakikaten dert sayılır mıydı?
Birileri “Polis çağıralım.” diye mırıldandı. “Kamu düzenini bozuyor manyak herif.” Az öteden “Bırakın adamcağızı!” diye çıkışanlar oldu. “Belli ki meczubun biri işte… Onun derdi kendine yetiyordur zaten.” Sahiden öyle miydi? Meczup mu olmuştu bu içinde yanan ateşten. Doğrusu aklına başka bir düşünce gelemiyordu ki. İçinde büyüyen neydi biliyordu. Nihayetsiz bir hüznün hasreti… Her sevgiden daha ulu, daha yüce bir sevgi… Kalbinde yankılanan, şah damarını saran şey, kalbine de aklına da ruhuna da en layık sevdanın kıvılcımlarıydı.
Bu insanların laftan tesellileri ciğerine batıyordu. Hiçbirinin tesellisi gönlüne ulaşmıyor, hiç biri kendisi ile aynı dilden ah etmiyordu. Evden çıkmıştı çıkma sına ama şimdi de insanlar duvar olmuş üzerine geliyordu. Zorlukla ayağa kalktı. Et ve aksesuar yığınlarının arasından yalpalayarak düzlüğe çıktı. Kendini bir kere daha rüzgârın esintisine bıraktı. Âdeta mıknatısa tutunmuş gibi bilmediği bir yöne çekiliyordu.
Birkaç sokak ötede aradığı yeri bulmuştu. Beyaz ve parlak taşların üzerinden yürüdü. Üzerinde gümüş işlemelerin olduğu birkaç çeşmenin yanından geçti. Ayakkabılarını çıkardı, düzelterek ahşap dolabın içine koydu. Eliyle kalın ve ağır perdeyi araladı. İçeriye girip kendini O’na en yakın hissettiği yeri bulana kadar ilerledi. Bulduğunda itminan ile alnını yumuşak halıya koydu. Halı, için de titreşen ateşi alnından çekip aldı. Fırtınalı dalgalar sakin sulara döndü. Elleri alnının yanında, avuç içleri yerdeydi. Gözleri sonuna kadar açık bir hâlde dünyadan ayrılacağı vakte kadar huzurun merkezi olan O’ndaydı.
