Pazar, Mayıs 18, 2025

Tahterevallide Dengede Durmak

Paylaş

Güne mutlu başlayıp bu hâlini gün sonuna kadar sürdürebilen kaç kişi vardır? Ya da ruh hâli daima mutlu ve huzurlu olan? Önemli olan bir kişinin daima mutlu ve sakin kalması mıdır? Çok şükür ki cevabımız; hayır. Bizler insanız, dolayısıyla hisseden canlılarız. Kimi zaman mutlu olur kimi zaman üzülür kimi zaman heyecanlanır kimi zaman da öfkeleniriz. Önemli olan, insanın hayatın her alanında olduğu gibi hislerinde de itidalli ve ölçülü olmasıdır: Sevdiği zaman yerinde sevmek, sinirlendiğinde aşırıya kaçmamak.

HİSLERİN NESNESİ

Hislerin ölçüsü kadar nesnesi de önemlidir. Severken ne için seviyorsun, öfkelenirken kimin için öfkeleniyorsun? Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurduğu gibi: “Kim Allah için sever, Allah için buğz eder, Allah için verir, Allah için vermezse imanı kemale erdirmiştir.”1 Yaptığımız işler kadar hissettiklerimizden de sorumluyuz anlayacağınız. Tevbe Suresi 53. ayette Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Muhammed Allah’ın elçisidir. O’nun beraberinde bulunanlar, inkârcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler.” Gördüğümüz gibi burada öfke; bir kâfire veya zulme karşı olduğu zaman lehimize olurken, sertliğimizi ailemize karşı gösterip dışarıda dinimize karşı işlenen durumlara pasif kaldığımızda ise aleyhimize oluyor. Adamlık, burada sertliği doğru yerde kullanmaktan geçiyor. Merhameti birbirimize göstermekten âciz kalıp patron, müdür vs. gibi üstlerimize gösterdiğimiz zaman maalesef bunun adı “merhamet” olmuyor.

Bu yazıda bütün ruh hâllerini açıklamak yerine öfkenin belirli bir boyutundan örnekler verip sizlerden hayatınızda hissettiğiniz duygulara, yaşadığınız olaylara genellemenizi isteyeceğim. Bizler günlük hayatımızda yaşadığımız kötü olayların sebeplerini, başaramadığımız işlerin sorumlularını hep başka yerlerde ararız. Son zamanlarda gündemde olan insanların sinir krizleri geçirmeleri, sebepsiz yere olayları büyütmeleri, ruh hâllerinde inişlerin ve çıkışların olması sizce normal mi? Sizce de üzerinde yaşadığımız toprakta huzurlu bir hayat yaşayamayışımızın sebebi hep başkalarının düzeni bozması mı? Gelin, örnekler üzerinden bu konuyu düşünelim.

Öfke, incindiğimizin, haklarımızın ihlal edildiğinin, gereksinimlerimizin ya da isteklerimizin doğru şekilde karşılanmadığının, işlerimizin yolunda gitmediğinin bir işareti olabilir. Bu gibi durumlarda kişi kendisine şu soruyu sormalı: Ben şu an neden öfkeliyim?

Bu soruya açıklık getirmek bizleri öfkenin kaynağına götürür. Aksi hâlde hissettiğimiz duygular, bizleri yanlış yola sürükler. Bir örnek verelim: Aile içinde öfke. Örneğin, bir hanım, ev işlerine çok fazla vakit harcamasına rağmen bazı işlerin üstesinden gelemediğini, yorulduğunu belirtmiş ve bu durumdan doğan sinirini dile getirmiş olsun. Bu durumun sebebi sorulduğunda ise cevap olarak eşinin vurdumduymazlığını söylemiş olsun. Farketmişsinizdir, öfkelendiğimizde suçu direk karşı tarafa atarız. Öfkelenmemize sebep olan kişilere hemen bir tanı koyarız. Çözümün ise karşı tarafı düzeltmekten geçeceğini düşünürüz. Tanı koymak önemli gibi gözükse de içerisinde gizli bir suçlama ve kendini üstün görme hissi barındırır. Oysa bizler, karşımızdaki kişilerin ne hissettiğini, nasıl davranması gerektiğini tam olarak bilemeyiz. Dolayısıyla ilk olarak buradaki belirsizliği çözmemiz gerekiyor; gerçekten sorun karşı tarafın yanlış davranışları mı?2

Aslında sorun tek taraflı değildir. İlişkilerdeki sorunların kaynağı, yük dengesizliğidir. Tahterevalliyi düşünün, bir taraf aşırı yük yüklendiğinde karşı tarafa az yük kalır. İlişkilerde de tahterevalli misali, bireylerden biri yetersiz yük yüklendiğinde diğeri aşırı yük almak zorunda kalır. Sonuç: Bir taraf yukarıda diğer taraf aşağıda. Ev işlerinde ya da herhangi bir konuda tüm sorumluluğu kendi üzerimize alıp karşı tarafa sorumluluk alanı bırakmadığımızda da tahterevallideki gibi denge bozulur ve karşı tarafa öfke duymaya başlarız. Bu gibi durumlarda öfkeden arınmak için dengesizliği çözmemiz gerekiyor. Dengesizliği çözmek için yapacağımız şey: Başkalarının sorumluluk alanına girmemeyi öğrenmek.

Bir örnek daha verelim: Her öğretmen, öğrencisinin başarılı olmasını ister, bunun için çalışır. Öğrencisine planlar yapar, onu kontrol eder. Fakat ileri gidip öğrencinin kendisini geliştirmesine, kendi sorumluluklarını üstlenmesine izin vermez ise öğrencinin gelişimini engeller. Bir süre sonra da kendisini öğrencisinin beklediği başarıyı göstermemesinden yakınırken bulur. Burada da bir yük dengesizliği karşımıza çıktı gördüğünüz gibi.

Toplumda en çok karşılaştığımız tahterevalli sorunlarının bir diğeri ise anne-çocuk ilişkisidir. Anneler “Paşaları”, “Prensesleri” üzülmesinler diye maalesef çocuklarını dört, beş hatta bazen altı yaşına kadar kendileri giydiriyor, kendileri yemek yediriyor. Hatta bununla da kalmayıp okul çağına geldiğinde verilen ödevleri çocuğundan daha fazla benimseyip kendine bir görev olarak addediyor. Çocuklarınının sorumluluk alanına giren anneler, taşıdıkları fazla yükle artık o kadar çok iş yapıyorlar ki yorgunluktan bitap düşünce de etraflarına öfke saçıyorlar. Sorunun kaynağını, sanıyorum artık söylemeye gerek yok.

KİMLİĞİNİ KAYBETME!

Genelde ortada bir sorun varsa bunu çözmek için direk karşı tarafı değiştirmeye çalışırız. Duygusal yoğunluğumuz yükseldiği zaman karşı tarafı değiştirme girişimine gireriz, fakat iş o kadar büyür ki olayın içerisindeki kendi benliğimizi unuturuz. Birey olarak değişime ilk önce kendimizden başlamamız gerekirken kendimizi unutup karşı tarafa yüklendiğimizde bizlerde benliksizleşme başlar. Benliksizleşme sonucunda kişi, kendisini karşı tarafın baktığı pencereden görür ve kendisini mutlu zanneder. Bir zaman sonra bu mutlu tablo güçlü bir şekilde dağılır ve sonuç, aile içerisinde kocaman bir gürültü. Özellikle kadınlar, aile içinde bunu çok yapar. Sorun çıkmasın diye kendisini yok kabul edip daima eşinin, çocuğunun istediği doğrultuda hayat yaşar, kendisini feda eder. E bir dakika, zaten Müslüman bir kadının aile içerisinde bu şekilde olması gerekmiyor mu? Dışarıdan evet, peki ya içeriden?

YAPTIĞINI ALLAH İÇİN YAPMAK

Müslüman kadın, yaptığını Allah için yapmadığı zaman bir süre sonra patlıyor. Benliksizleşme dediğimiz kimlik kaybı burada feci hâlde kopuyor. Oysa olması gereken şey, kişinin kendi benliğinin farkında olması ve hizmetini Allah için yapmasıydı. Sadece aile içinde değil, dostluk ilişkilerinde, iş yerinde, sokakta da durum böyle. Davranışlarımız Allah için olmadığı zaman, bir süre sonra sorgulama dönemi giriyor devreye: Bunlara katlanmak zorunda mıyım? Hâlbuki Allah için yapılan işlere “Katlanılmaz”dı. Kişi, zaten yaptığını beşer için yapmadığından, beşerden gelen sıkıntılar karşısında da yıkılmayacaktı.

DUYGULARINIZI PAYLAŞIN

Belirsizliği çözdükten sonra yapmamız gereken iş ise öfkemizin sebebini karşımızdaki kişiyle paylaşmak. Yukarıdaki hanıma tekrar dönecek olursak eşine ev işlerine yardımcı olmadığı için öfkelendiğini belirttiğinde, kendisi de rahatlayacaktır. Burada erkekler ev işi yapsın diye slogan atma girişiminde değiliz. Sadece kişinin içindeki duyguları karşı tarafa ilettiğinde daha da rahatlayacağından bahsetmek istiyoruz.

Peki, burada başka bir sorun karşımıza çıkıyor: Ya öfkemizin sebebini, hissettiğimiz duyguları karşı tarafa söylediğimizde bile bu bizleri çözüme götürmüyorsa? Ya sürekli olarak öfkelenip yine de karşı taraftan hiçbir geribildirim veya değişim göremiyorsak? Böyle olduğunda döngüsel olarak aynı sözleri ve davranışları tekrar edip dururuz. Bu döngüsellik insanı daha da öfkelendirir. Çözüm: Öfke bizi benliğimiz hakkında daha çok, diğerleri hakkındaysa daha az uzman olmaya yönelttiğinde, bir değişim aracı hâline gelir.3 Yani ilk olarak kendi benliğimiz üzerine yoğunlaşıp kendimizi keşfetmemiz, sorun çözmeye kendimizden başlamamız gerekir. Kendi önceliklerimizi belirler, kendi yaşam amacımızı bilirsek rahatlama boyutuna ulaşabiliriz. Aksi hâlde ilişkilerdeki sorunlar öfke nöbetleri içerisinde tıkanıp kalır. Biri diğerini sebep gösterir öfkelenir, ertesi gün diğeri başka birini… Ben kimim, neden bu dünyadayım, hangi kimlikle yaşıyorum gibi soruların cevabını verdiğimizde içimizdeki kimlik oturmaya başlar. Kimliğimiz oturmaya başladığında kendimizdeki eksikleri görüp buna yönelik düzeltme girişimine gireriz. Kendimizi geliştirmeye başladığımızda bu etrafımızdakilere de yansır.

ZAFERDEN DEĞİL, SEFERDEN SORUMLUYUZ

Öfkede olduğu gibi yaşadığımız girdaplardan çıkmanın bir yolu da insanları değiştiremeyeceğimizi kabul etmek. Bizler zaferden değil, seferden sorumluyuz. İnsanlara istediğimiz gibi şekil veremeyiz. Sadece doğru yolu gösterebiliriz. Bu hanım eşine, çocuklarla ilgilenmekten evin işlerini tam olarak yapamadığını, en azından kendi kıyafetlerini toplaması gerektiğini söylediğinde, eşi de bu durumu anlayışla karşılamış ve kendi bildiği yöntemle toplamış olsun. Kadın daha sonra, “Bu işi beğenmedim, benim gibi yap.” deme hakkına sahip değildir. Bir insandan bir işi yapmasını isteyip ardından o işi beğenmeyip kendisi gibi yapmasını istemek zulümdür. Karşı tarafın da belirli bir yöntemi olabilir. Saygı duymak zorundayız.

Hülasa, önemli olan hislerimizin nesnesi ve ölçüsüdür. Allah için olmayan öfkeden hayır gelmeyeceği gibi Allah için olmayan iyilikten de hayır gelmez. Öfke ile baş etmek için ilk olarak kendimize şu soruyu yöneltmemiz gerekiyor: Öfkem ne için? Bu belirsizliği çözdükten sonra öfkemizin nesnesine hissettiklerimizi açıklamamız gerek. Eş, arkadaş, patron kim olursa. Özellikle aile içi ilişkilerde tahterevalliyi dengede tutmak da işin önemli bir kısmı. Kişi tüm yükü kendisi aldığı zaman bir süre sonra öfke kapıyı çalıyor. Dolayısıyla yetersiz yüklenen kısımlarımızı paylaşmak zorundayız. Unutmayın, kimseyi kendi hayat tarzımıza göre değiştirme hakkına sahip değiliz. Bizler sadece doğru yolu göstermekle sorumluyuz, değişimi gerçekleştirmekten değil. Bunu öğrenmek bile bizleri büyük bir yükten kurtarır Allah’ın izniyle.

1 Ebu Davud, Sünnet, 16

2 Dr. Herriet Lerner, Öfke Dansı

3 Dr. Herriet Lerner, Öfke Dansı

Yazar: Zeynep Şevval KOÇAL

İlginizi Çekebilir

İlginizi Çekebilir