
Aynur Mısıroğlu’nun hayat hikâyesinden biraz bahseder misiniz?
Aslında hayat hikâyemi çok anlattım, anlatırken de üzülüyorum. İbn Arabi’nin bir sözündeki gibi: “Elhamdülillah, bizi insan eyledi, nas içinde Müslüman eyledi.” diyorum. Müslüman bir ülkede dünyaya gelmiş olmamı en büyük şeref ve şans olarak görüyorum. Ben cumhuriyetin ilanından 17-18 sene sonra dünyaya geldim. Genç neslin o zamanları anlayabilmesi elbette zor. Bir asker kızı olduğum için ailemizde tamamıyla Cumhuriyet’in ilk devrinin atmosferi hâkimdi. İslâmî bir cihet yoktu. Çocukluğumda ezanların Türkçe okunduğu zamanlara şahitlik ettim.
O zamanlar Atatürkçülüğün ve laikliğin en sıkı şekilde tatbik edildiği iki alan vardı: Biri askerlik diğeri öğretmenlik. Babam, ailemizdeki pek çok erkek gibi subaydı. Ailemiz, ahbaplarımız, eşimiz, dostumuz bu mesleklerden olduğu için İslâmî bir yaşamdan oldukça uzaktık. Ailemde ahlâkî terbiye vardı fakat İslâmî bir husus asla konuşulmazdı.
Çengelköy doğumluyum fakat ailem daha sonra Beşiktaş’a yerleşmiş. Çengelköy o zaman ulaşımı zor bir yermiş. Aynı sebeple ailemden birçok kişi de Çengelköy’de doğmuş olmasına rağmen Fatih, Şişli gibi yerlere dağılmış. Babam da Maçka Topçu Okulu’nda öğretmenlik yapmış bir süre, sonradan subay olmuş.
Beşiktaş’ta büyüdüm, şimdi Beşiktaş Lisesi olan Çırağan’daki Beşiktaş ortaokulunda okudum. Hocalarımız dindar veya dinden bahseden kimseler değildi. Liseyi de Atatürk Kız Lisesi’nde okudum. Okullarımızda da İslâmî anekdot asla ve kat’a yoktu. Orada da hiçbir dini eğitim almadığımız gibi tarih hocaları ve diğer hocalarımız derslerinde sürekli olarak Osmanlı’nın ne kadar gerici ve ilkel bir devlet olduğundan bahsederlerdi. Osmanlı’yı öğrenmem kendi araştırmalarımla oldu.
Böyle bir ortamda büyüdüm. “Kandil” dendiğinde aklıma simit gelirdi. Lakin düşünen bir insandım, mektebe başlamadan okumayı öğrendim. Çok okur çok çalışırdım. Elhamdülillah, Rabbim yolumuzu açtı.
Bildiğimiz kadarıyla fikir dünyanız ve çevreniz üniversite yıllarınızda değişiyor. Sizi o dönem fikri değişikliğe, manevi bir arayışa yönelten neydi?
Tabii önceden beri gönlümde İslâm vardı. Ancak dediğim gibi henüz bilmiyordum. Mesela, teravih namazlarına annemle beraber gidiyorduk fakat Ramazanda oruç falan tuttuğumuz yoktu. Üniversitede iken de dersler haricinde pek çok şeyle ilgileniyordum. Klasik Batı müziği dinliyordum örneğin, hâlâ da sevdiğim bir şey. Nişantaşı’nda 15 günde bir birçok güzel müzik festivalleri düzenlenirdi, onlara gidiyordum. Modern resimleri akademide okuyan arkadaş grubumuzla takip eder, sergilere giderdim. Resimlere anlamlar yükler, anlıyormuş gibi izlerdim. O zaman anladığımı zannederdim.
Hukuk fakültesi birinci sınıftayken bir olay yaşandı ve bu olay benim İslâm’a olan merakımı arttırdı. Derse yeni başlamıştık ki erkek talebelerden bazıları hocaya bir takrir verdiler: “Cuma günü son saatte yazılı yoklama yapmayın, biz Cuma namazına gideceğiz.” dediler. Bana o kadar tuhaf geldi ki! “Burada ders yapıyoruz, Cuma namazının sırası mı?” diye düşündüm. Namaza gideceklermiş de yazılı yoklama yapmayın diyorlar! Bu ne kadar mühim bir şey ki namazla ders arasında namazı tercih ediyorlar? Bu olay, beni biraz düşünmeye sevk etti.
O sırada dinler dikkatimi çekti. Tevrat’ı, İncil’i, Budizm’i okudum. Ancak bu kitaplardaki tutarsızlıkları, saçmalıkları görebiliyordum. O yüzden İslâmiyet’i inceledim. Kur’an-ı Kerim’e bakınca şaşırdım, hayran oldum. Her satırı Allah kelamı olduğunu belli ediyordu. Yüksek lisans tez konumu, İslâm’ı tetkik etmek ve anlamak için “İslâm ve Demokrasi” olarak belirledim. Asistan arkadaşlarımız bize yol yordam öğretiyorlardı. Bana, “Edebiyat Fakültesi’nin orada Yüksek İslâm Enstitüsü var. Orada sana yardımcı olurlar.” dediler. Sonra Salih Tuğ hocaya gittim. Bana çok yardımcı oldu.
Hamidullah Bey, o sırada haftada iki gün İslâm Enstitüsü’nde anayasa hukuku ve İslâm tarihi dersi veriyordu. Derslere severek gidiyordum, fakat tek kız bendim. Evet tesettürlü değildim fakat o kadar erkeğin arasında olmak zor gelirdi, hırsız gibi girer en öne otururdum. Ders bittiği gibi de kaçardım. Hamidullah Bey’e sorular sorardım. Bazıları çok saçma ve cahilce olurdu. Hamidullah Bey çok nazikti, o sualleri beni ikna ederek akla uygun bir şekilde cevaplardı.
İslâm’ı hiç bilmeyen bir insan için öğrenmem gereken çok fazla şey vardı. Bu sebepten Beyazıt Kütüphanesi’ne çok gider, orada çalışırdım. Kütüphanede kataloğu açardım, Müslüman ve İslâm kelimesinin geçtiği ne kadar kitap varsa bulur ve okurdum. Öğrenemediklerimi, sorup araştırırdım. Allah, böyle bir ilerleme nasip etti, Elhamdülillah. Fakat tesettür ve İslâm’ın daha geniş tatbikatı, Kadir Bey’den sonra hayatıma girdi.
Eşiniz, Kadir Mısıroğlu ile tanışmanız ve evliliğiniz nasıl oldu?
Kadir Bey de ben de hukuk fakültesindendik. Aynı sınıflardaymışız. Ben dersleri takip ederdim ama o derslere girmezmiş. O kantinde otururmuş, ben kantinde oturmaz, kütüphaneye giderdim. Altmış ihtilalinden sonra onu bir güzel dövdüler, gazetede ismi geçti. O zaman, “Kadir Mısıroğlu” diye birini duydum. Bir gün okuldaki okuma odalarında kendime yer bulamayınca çıkıyordum, bizim sınıftan bir arkadaş, “Ben gideceğim benim yerimde otur.” dedi. “Olur” dedim. Onun yerine geçecektim. “Sen Kadir Mısıroğlu’nu tanıyor musun?” diye sordu. “Yok tanımıyorum.” dedim. “Şu” dedi, yerini gösterdi. Yan yana oturduk. Baktım, İslâm harfleriyle bir şeyler yazıyor, alâkadar oldum. Ben bakınca hemen kapadı. O kapayınca hem utandım hem de kızdım, arkamı döndüm. İlk tanışıklık bu şekilde oldu. Sonra ben Hamidullah Bey’in dersine giderken o da geliyormuş. Tabii ben o kadar genç arasından onu görmedim ama o, beni görmüş. Kadir Bey’in annesi evliya gibi kadındı. Tedavisi için İstanbul’a geldiğinde evlenmesi için ısrar edip “Bir bildiğin vardır.” deyince Kadir Bey de benden bahsetmiş. Müşterek bir arkadaşımız aracılığıyla benimle tanıştı. Öylelikle Beyazıt Camii arkasındaki çay bahçesinde genel ve kısa bir konuşmamız oldu.
Heybeliada’dan bir arkadaşım vardı. Yazları sabahtan onun yanına gidip akşamüstü dönerdim. Yine bir gün Heybeliada vapuruna bindim. Vapurda tesadüfen Kadir Bey ile karşılaştık. Tesadüf yoktur tevafuk vardır. O da Yalova’ya gidiyormuş. Birbirimizle esasen mektepte değil vapurda görüştük yani. Görünce geldi, yanıma oturdu; şairlerden, Necip Fazıl’dan bahsetti. Heybeliada’ya gidene kadar böyle sohbet ettik. Ben ineceğim vakit beni nazik bir şekilde geçirdi. Artık tam olarak tanıştığımız için selamlaşmaya başladık. Sonra bana evlenme niyetinden bahsedince ben, “Sizi tanımıyorum, birden evlenme yoluna girmeyelim de gezelim, konuşalım, anlaşalım.” dedim. “Olmaz, ya evet ya hayır diyeceksiniz. Ben katiyen bir kızla gezip konuşamam.” dedi. Şaşırdım ama kendisini bu kadar sakınmasını takdir ettim. Hayır diyemedim. Kafama, gönlüme yakın hissettim. Erkendi ailemi anlaştırmak çok zordu. Annemin çok ehemmiyet verdiği saygı duyduğu müşterek insanları aracı yaparak meseleyi çözebildik.
Tavizsiz bir şekilde cihat aşkı ile doluydu. Bana çok güzel şeyler öğretti. Evlilik teklifinde bana, “İkinci olacaksın, benim birinci davam İslâm’dır.” dedi. Tabii bu çok ağır bir yük, gayret bizden tevfik Allah’tan.
Tebliğ faaliyetlerinde her zaman yakın çevremizden başlamamız gerektiğini biliyoruz fakat bu aynı zamanda en zor olan tarafı. Tanımadığımız insanlara çok güzel bir şekilde hitap ederken tanıdıklarımız çoğu zaman bizi dikkate almayabiliyorlar. Siz de bu durumu yaşadınız mı? Yaşadıysanız nasıl üstesinden geldiniz?
Babam ben 12 yaşında iken vefat ettiği için annemize çok düşkündük. Bir gün eve geldim, annem ağlıyor. “Sen delirmişsin.” dedi bana. Annem, ahbapları ile konken partisi yapan bir hanımdı. Arkadaşları, “Kızın okudu okudu delirdi, bunu doktora götür.” demişler. Annem de, “Ben bu yaştan sonra seni tımarhanelere mi götüreyim?” dedi. Annemi deli olmadığıma ikna etmek zorunda kaldım. Bu, çok ağırdı. “Anne ben delirmedim, okumamda bir zarar yok. Bu din böyle, sen bilmiyorsun, eskiden de böyleydi.” diyordum. O da ağlayarak, “Ne yapıyorsun kızım, herkes gibi olsana.” diyordu. O zaman henüz örtülü de değilim yalnızca namaz kılıyorum. Annem, beş vakit kıldığımı görünce “Niye şimdi kılıyorsun, yaşlanınca kılarsın.” diyordu. “Şimdi kılayım, o zaman da kılarım İnşallah.” diyordum. Münakaşa edemiyordum, öyle bir terbiye ile büyümemiştim.
Üstelik, annem konusunda da çok hassastım. Annemin bu durumuna çok üzülmüştüm. Düşünün ki anneniz sizi deli zannedip bu yüzden ağlıyor. İmtihan, candan bir imtihan…
Dediğim gibi, henüz örtünmemiştim ancak açık giyinmiyordum. Yazları bile uzun hırkalar giyiyordum. Başım kapalı değildi kılık kıyafetime çeki düzen vermiştim. Örtündüğüm zaman annem, örtüye de çok kızdı. Kadir Bey’in ahbapları içinde kültürlü insanlar, İslâm’ı yaşayan insanlar vardı fakat hanımları tesettürlü değildi. Annem de bu sefer, “Sen de onlar gibi Müslüman ol.” diye tutturdu. “Onlar biraz eksik tatbik ediyor, ben tam olmaya gayret ediyorum.” deyip işi şakaya vurdum. Annem cephesinden epeyce zorluk çektim. Yani ne davamdan taviz vermek ne de benim için çok kıymetli olan aileme sırt çevirmek istiyordum.
İslâm’ı anlatma davanızda o çağın imkânlarıyla insanlara nasıl ulaştınız? Bu alanda ne gibi çalışmalar yaptınız?
Kadir Bey, benim yüksek lisansıma devam edip akademik kariyerimde yükselmemi istedi. Dedim ki “Ben İslâm’ı bilseydim, İslâm’ın böyle olduğunu bilseydim vallahi her şeyden vazgeçerdim. İslâm’ı tebliğ eder, İslâm’ı yaşardım. Şimdi bilmeyenlere öğretmem lazım ve bana öğretmeyenlere de yazıklar olsun.” dedim. Ve kendimi sokaklarda buldum. Nerede insan bulursak orada konferanslar yaparak İslâm’ı tebliğ etmeye çalıştık. Allah, lütfuyla çoğalttı. Eskiden örtülü insan çok azdı. Sokaktan örtülü bir kimse geçince çocuklarım, “Anne arkadaşın geçiyor.” derdi. Çok büyük bir başörtü mücadelesi verildi. Çok bedeller ödendi. Hakaret gördük. İtildik, kakıldık, arkadaşlarımızla çatıştık ama iyi günlere ulaştık. Şimdi Elhamdülillah, tesettürlü hanımlar her yerde görünür oldular. Çok büyük sıkıntılarla bu zamanlara gelindi, bu yüzden kıymetini bilin.
Zorlu ve uzun bir gurbet hayatınız oldu. Avrupa’daki hayatınızdan ve hizmetlerinizden de biraz bahsedebilir misiniz?
İngiltere’de çok fazla faaliyette bulunamadım. Evvela çocuklarımla ilgilendim çünkü Kadir Bey, büsbütün evden uzaktaydı. İngiltere’yi ben tercih ettim fakat bir hayli de maceram oldu. Şöyle ki biz İngiltere’ye gittik ancak Kadir Bey orada iş yapamadı. Almanya’da büromuz vardı; Sebil Yayınevi, Sebil Mecmuası çıkarıyordu. “Almanya’ya gideyim de orayı canlandırayım.” dedi. Ancak ben İngiltere’de kalmayı istedim. Bu sefer de iki ülke arasında gidip gelmeli bir hayat başladı. Kadir Bey Almanya’da, biz İngiltere’de devam ettik. Okullar başladığı için ben oraya gidemedim. Çünkü çocuklar okula bir seneye yakın gitmişlerdi. Kadir Bey yanımıza arada bir gidip gelebiliyordu. 45 dakikalık bir mesafe olsa da gidip gelmek çok masraflıydı.
Londra’da Türklerle çok temasımız vardı. Hatta hiç İngilizce bilmeseniz dahi bütün ihtiyaçlarınızı karşılayabilirdiniz. Elimden geldiğince ekmeğimize kadar yiyeceklerimizi kendim yapardım. Eti, Pakistanlıdan alırdım çünkü Pakistanlılar çok daha dikkatliydi. Ancak şimdi böyle değil. Müslümanlığında hassas Türkler her şeye el atmış çok şükür.
İngilizce kurslarına gittim. Tabii bu İngilizce kurslarında çeşitli ülkelerden insanlar da vardı, iyi oluyordu. Allah’a şükür, çokça okumuş olmam o zaman işime yaradı, icabında konuştuk. Mesela, ben bir İngiliz’le karşılaştığımda, “Churchill’in Çanakkale’de ne işi vardı?” dedim. “Doğru, ne işi vardı Churchill’in?” dedi. Bu gibi birçok şeyin münakaşasını yaptım. Elhamdülillah, her zaman hak verdiler. Eskiden Müslümanları hep hakir görüyorlardı ama bugün böyle değil. O zaman bizim sokaktaki görünüşümüze ihtiyaç vardı. Elimizden geldiği kadar gayret ettik. İslâmî hareketleri destekledik. Yeri geldiğinde yaşıma başıma bakmadan Türk bayrağını alıp marşlar okuyarak yürüyüşlere katıldım. O zamanlar Afganistan meselesi vardı. Yürüyüşe gidenler hep 18-20 yaşlarında gençlerdi. Biz de şu an Kıbrıs’ta olan bir hanım arkadaşımızla onlara katılırdık. Gençler önde bizler arkada, hemen hemen tüm yürüyüşlere destek olmak için iştirak sağladık.
Neticede insan, ufak tefek bir şeyler yapıyor ama bereket gelince çoğalıyor. Önemli olan ihlastır. İhlasla hareket edene Allah yardım ediyor.
Yaptığınız faaliyetler için bir grubunuz vardı. Bu hanımlarla o zamanlarda nasıl iletişime geçip bir araya geldiniz?
Türkiye’ye geldiğimizde arkadaşlarımızın da içinde olduğu Ihlamur Kur’an Kursu’na gittim. Dr. Gülsen Ataseven, Avukat Melike Yalçıntaş, Eczacı Fevziye Nuroğlu ve pek çok hanımın emsalsiz faaliyetleri vardır. Bu hanımlar pek çok dernek, vakıf, Kur’an kursları ve eğitim kurumlarını organize ettiler ve bu pek kıymetli hizmetlerin bazıları hâlen devam etmektedir. Ben de elimden geldiğince onlarla birlikteydim. Bu çok güzel hanımlardan rahmetli olanları “Evvel Giden Ahbaba Selam Olsun” kitabımda anlatmaya gayret ettim. Bu değerli hanımlar kendilerini göstermek istemeyen, böyle şeyleri talep dahi etmeyen “Allah bilsin ve razı olsun yeter.” diyen kimselerdi. Arzu etmedim unutulup gitsinler, genç hanımlara örnek olabilecek şahsiyetlerdi. Bu sebeple vefat edenleri elimden geldiğince kaleme aldım.
Kitabımda o zaman hayatta olduğu için bahsetmediğim Fevziye Nuroğlu vardır. Eskiden iletişim kurmak kolay değildi, çoğumuzun ev telefonu dahi yoktu. Bizi derleyen toparlayan organize eden asıl odur. Uzun seneler evlerde toplandık, dışarıda toplanmak İslâmî faaliyette bulunmak o zaman için mümkün değildi. Daha sonra Anadolu’dan haberler geldi. Oradaki hanımlar da bizim gibi toplanmak, kendi çevrelerinde faaliyette bulunmak istiyorlardı. Biz de Anadolu’daki hanımlara mektuplar yazmaya başladık. Sevgi Şen’i bilir misiniz? O da bir Fevziye Nuroğlu gibidir. Daha 12-13 yaşlarında Amasya’da babasını kitap dükkânında Kadir Bey’in kitaplarını okurmuş. Haberleştik, ona da mektuplar gönderdik. Kimlere, nerelere mektup yazılacaksa aramızda paylaşırdık, tanımadığımız ama talep gösteren Müslüman hanımlara onlar da faaliyet yapsın diye çalışmalarımızı anlatırdık. Onlar da farklı şehirlerdeki ahbaplarını söyledikçe sayımız arttı bütün bir Anadolu’da şebekeleştik, Elhamdülillah. O zamanlar için dernekleşmek çok zordu.
Hanımlarla faaliyetlerimize bir süre Yeşilay’da devam ettik. Yeşilay, daha ziyade bizim gibi insanların toplandığı bir oluşumdu. Burada açıkça İslâmî tebliğ ya da faaliyet yapmak elbette mümkün değildi. Biz de “İçki içmek günahtır.” demedik de “İçki tüm kötülüklerin anasıdır.” dedik. Ancak orada da şöyle bir hadise oldu; başkanımız Reyhan Songar’dı, Necip Fazıl’a bir konferans verdirmek istedik. Dernekte, Yeşilay Hanımlar olarak pek çok yazar ve şaire konferans verdiriliyordu. Yönetim bu konferansa izin vermedi, biz de hep birlikte dernekten ayrıldık. Yeşilay’ın ardından Fazilet Kur’an Kursu açılınca faaliyetlerimize burada devam ettik.
Gençlik döneminizdeki ortam ile şimdinin ortamı ve insanı arasında ne gibi farklar görüyorsunuz? Şu an olsa faaliyetlerinizi nasıl yürütürdünüz?
Bizim zamanımızda haram nedir, helal nedir gibi en önemli ilmihâl bilgileri bile bilinmiyordu. Artık kulaktan dolma bilgilere ihtiyacımız yok, meseleleri hakiki kaynaklarından okuyabiliriz.
Paşabahçe Cam Fabrikası’nda çalışan işçi kadınlara konuşma yapılacaktı. Herkese tuhaf geldi, “Ne anlatacağız?” Onlara tasavvuftan, İbni Arabi’den bahsetsem olmaz. Lüzumlu hem de ilgilerini çekecek bir mesele olması lazım. İslâm’da temizlik önemlidir, çamaşır yıkarken şartlamanın usullerini iyi bilmek gerekir. Ben de çamaşır yıkamaktan bahsettim. İslâmiyet’in her alanda söyleyecek sözü vardır, temizliğin de bilinmesi salih ibadet için şarttır. Zamanımız böyle mücadeleleri icap ettiriyordu. Biz basit ilmihâl bilgilerini öğretmeye mecburduk. Şimdi çok şükür bunlar aşıldı. Elhamdülillah, uzun zamandır çok iyi İslâmî dergiler, gazeteler çıkmakta. Bugün bizim akademik insanlara ihtiyacımız var. Akademik ve biraz da ekonomi bakımından bilgisi olan insanlara ihtiyacımız var. Strateji bilgisi, siyaset bilgisi olan insanlara ihtiyacımız var.
Mümin hanım şahsiyeti denildiğinde aklınıza nasıl bir profil geliyor?
Bir kere çok iyi bir Müslüman olmanız gerekiyor. Osmanlı Türkçesi bilmeniz, eski yazıyı okuyup anlamanız lazım. Mesela, Arapça bilmiyoruz. Hâlbuki Arapça, Kur’an’ın dilidir. Okuduğumuz mukaddes kitabı anlamak için öğrenmeliyiz. İkincisi ve ihtiyaçlarımızdan en mühimi, siz genç Müslüman hanımların yüksek lisans yapması ve akademik kariyer sahibi olmasıdır. Ayrıca girişimci de olmalısınız. Mesela, ekonomi çok önemli bir meseledir. Önceleri memleketler silahla ve kültürel yozlaştırmayla sömürge hâline getiriliyordu. Şimdi ise ekonomi ile dize getiriliyorlar. Bunun güzel bir örneği, Kemal Tahir’in Devlet Ana romanında yer alır. Kemal Tahir, Osmanlı’nın temelinin sağlamlığını güçlü ekonomisine bağlar. Aynı zamanda roman, kadın meselesine de açılım sağlar ve Devlet Ana metaforu ile Osmanlı kadınını yüceltir.
Dinimizde kadın ve erkek diye bir ayrım yoktur. Peygamber Efendimizin evinde böyle bir ayrım yapılmamıştır. Kadın erkek arasında lüzumlu zamanda lüzumu kadar konuşma olabilir. Çalışacağınız yerlerde çalışma arkadaşı olarak kadınları tercih etmeniz gerekir. Mecburiyet varsa onda da bir mahsur yok. Hz. Hatice validemiz, Peygamber Efendimiz zamanında ticaretle meşgul oldu. Bu sebeple kızlarımız da işletme ve ekonomi alanlarını tercih edebilirler. Müslüman bir kadın kıyafetiyle de farklılık göstermeli, gayrimüslimlere benzememelidir. Bu farklılık sadece tesettürle değil edeple de gösterilmelidir.
Son olarak tavsiye ettiğiniz kitaplar var mı?
Ben tasavvufta İbni Arabi Hazretleri’ni çok okurum. Anlıyorum diyemem keşke anlayabilsem. Mesela, Güneş’in ne kadar büyük olduğu ve ne kadar sıcak olduğunu tahmin edemiyorum ama gördüğüm kadarı da bana çok şey kazandırıyor. İbni Arabi’de de aklıma yattığı kadarı, beni idare ediyor. Mesela, Ahmet Önkol’un İslâm’da Tebliğ Metodu kitabı. Bu kitap neden mühim biliyor musunuz? Herkes aklına geldiği gibi İslâm’ı tebliğ etmeye kalkmasın. Bizi bağlayan Peygamber metodudur. Bir mevzuyu Peygamberimiz nasıl tebliğ etmişse biz de onun yöntemini benimsemeliyiz. Allah muhafaza eylesin, kendi kafamızdan fikirler üretmeyelim. Kadir Mısıroğlu’nun Bir İslâm Savaşçısının Kütüphanesi bahsinde böyle kitapların listesi var. Gençler için faydalı olabilir.