İlk ayeti ve emri “Oku!” olan kitabımız Kur’an-ı Hakim, bu emriyle okuma yazma bilmeyen Peygamber Efendimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) neyi vurgulamak istemiş olabilir? Müfessirler bu konuyla alakalı çeşitli yorumlarda bulunmuşlar. Dikkat çekmek istediğimiz konuyla alakalı olduğundan biz Suriyeli bir âlim ve mücahit olan Said Havva’yı gündemimize alalım.
Said Havva, Alak Suresi’nde yer alan bu emirden maksadın, Kur’an-ı Hakim’in okunarak emir ve yasakların öğrenilmesinin yanında, kâinatı ve insanı yaratan Allah’ın adıyla düşünmek ve tüm yaratılmışlar üzerinde hikmetli bir bakışla kafa yormak olduğu yorumunda bulunmuştur. Kısaca insan ve kâinat üzerinden tefekkür etmeye işaret etmiştir. Burada akla direk şu Hadis-i Şerif gelebilir, “Bir saat tefekkür, bin sene ibadetten hayırlıdır.”1
Tefekkürü bu derece önemli kılan ne olabilir? Tefekkür, bir şey üzerine fikir yürütmek demektir. Fikir ise bilinen bir şeyle bilinmeyeni anlamaya çalışmak manasına gelir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran belki de en önemli özellik onun tefekkür edebilme kabiliyetidir. Ancak tefekkür de ayette belirtildiği gibi “Yaratan Rabbinin adıyla” olduğunda bir mana kazanır. Hadis-i Şerif’teki tefekkür de böyle bir tefekkürdür. Ancak bu yolla insanı yaratılmışların en şereflisi konumuna ulaştırabilir.
Kâf Suresi’nde Allah Teâlâ bizlere yerleri ve gökleri tefekkür etmemizi buyurduktan sonra 8. ayette tefekkürün bizim için önemini de şu şekilde anlatmıştır:
“Bütün bunları, Allah’a yönelecek her bir kula, kalp gözünü açıp ilahi kudretin büyüklüğünü gösterecek bir delil ve ders alınacak bir öğüt olması için yaptık.”
İLK ARAÇ: GÖZLER
Düşünen, akıl sahipleri için tefekkür deryası olan kâinatı gözlemlemek için ilk aracımız gözlerimizdir. Gözün görevini en küçüğümüzden en büyüğümüze hepimiz biliriz aslında; göz görme işlemini gerçekleştirir.
Görmek, bir cismin üzerinden yansıyan ışığın gözlerimize ulaşması ve beynimizce yorumlanması işlemidir. Şu anki bilgilerimizle şunu söyleyebiliriz; ışığın ve gözün özelliklerine baktığımızda, cisimden yansıyan ışığın gözümüze ulaşıyor olması, o cismi görmemiz için yeterli değil. Bir de bu ışınların, biz insanların gözüne uyumlu olması gerekir.
Görmek, “Bir cisimden yansıyan ışığı algılamak” demekse eğer, bizler “hakîkî” anlamda bir şeyi gördüğümüzü iddia edemeyiz. Yani, gördüğümüz şeylerin hakikatte ne olduğu hakkında bir şey söyleyemeyiz. Cismin, ışığı yansıtabilme kapasitesi ile alakalı birtakım yorumlarda bulunabiliriz yalnızca.
Görme işleminin beyinde yorumlanması meselesi ise materyalizmde hâlâ daha cevabının bulunamadığı “bilinç” problemini ortaya çıkarır. Öyleyse gördüğümüz (!) şeylerin hakikati hakkında söyleyeceklerimiz, yalnızca birer yorumdan ibaret olur. Yani görmek, hakikati anlayabilme yolunda atacağımız, yalnızca çok küçük bir adım olabilir.
Görme işlemini, fiziksel anlamda incelemeye devam etmeden önce Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şu duasını aktarmakta fayda var: “Allah’ım! Bana eşyanın hakikatini göster.” Fiziksel olarak görme işleminin temelinde bulunan ışık, bir çeşit dalgadır. Bizler, bir şekilde enerjisine-dalga boyuna göre sınıflandırılmış olan bu elektromanyetik dalganın yalnızca “visible light (görünür ışık)” olarak adlandırılan kısmını gözlerimizle algılayabilmekteyiz. Evet, yalnızca bu kadarlık bir bölümünü görmekteyiz. Üzerine tefekkür ettiğimizde, bize acziyetimizi hatırlatan güzel bir tablo! Görmenin, hakikate ulaşma yolundaki çok küçük bir adım olduğunu da göz önüne aldığımızda ve bu tablodaki yerimizin küçüklüğünü de hesaba kattığımızda, acziyetimizi ve Allah Teâlâ’nın yaratmadaki kudretini açık bir şekilde görmek mümkün.
Yalnızca görünür ışık bölgesini görebiliyorsak diğer enerji çeşitlerinden nasıl haberdar olduk? Burada göz, devreden çıkıyor ve insana bahşedilmiş en önemli özelliklerden olan aklın geliştirdiği bir takım gözlem aletleri devreye giriyor. Teknoloji çağı olarak adlandırdığımız bu çağda, insanın, bilimi mutlak hakikat olarak görmesi için gösterilen çaba, insanın teknolojik aletleri geliştirmesiyle beslendi aslında. Görmediği hâlde varlığını bir şekilde hissettiği ve öğrendiği fiziksel gerçeklikler, insana bahşedilmiş ve onu, diğer varlıklardan daha farklı kılan akıl nimetinin insanı, Kur’anî ifadelerle, ya “Eşref-i Mahlûkat (yaratılmışların en şereflisi)” ya da “Esfele Safilin (aşağıların aşağısı)” olmaya nasıl götürebildiğinin bir göstergesi olmuş durumda. Hâlbuki görmenin bile hakikat yolunda atılmış çok küçük bir adım olduğunu tefekkür etmiştik.
Kâf Suresi 8. ayette, bize verilen akıl nimetiyle gökler ve yer hakkında tefekkür ederek Allah’a yönelen birer kul olabileceğimiz, bunlardan bir öğüt alabileceğimiz söylendiği gibi, Araf Suresi 12. ve 13. ayetlerde ise verilen bu nimet ile haddi aşıp aklı ile kıyas yapan şeytan hatırlatılmıştır. “Allah buyurdu; ‘Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?’ (İblis), ‘Ben onlardan daha üstünüm; çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.’ dedi. Allah, ‘Öyle ise in oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddine değildir. Çık! Artık sen aşağılıklardansın!’ buyurdu.”
BİLİM DÜNYASININ KARANLIK YÜZÜ
Bilimin gelişmeye devam ettiği bu süreçte, gündelik yaşantımızda ve bilim tarihinde örnekleriyle çokça gördüğümüz bir durumla karşılaşmakta çok da gecikmedik. İnsanoğlunun yine sona ulaştığını ve kâinatın tüm sırlarına hâkim olduğunu zannettiği bir dönemde, hâlen daha muhtevası ile alakalı güzel bir fikir geliştiremediğimiz “karanlık enerji” kavramı ortaya çıktı. İronik olansa, evrendeki toplam enerjinin (ki madde de bir çeşit enerjidir) %68’lik bir kısmını oluşturan bir enerjinin ve “karanlık madde” adını verdiğimiz, evrendeki toplam enerjinin yaklaşık %28’ini oluşturan bir maddenin varlığı üzerine düşünmek zorunda kaldık. İsminden anlayacağımız üzere karanlık enerjiyi ve maddeyi gözlemleyebilmek için henüz bir yöntem geliştirilemedi.
Şöyle bir soru akla gelebilir; öyleyse bu enerjinin varlığından nasıl haberdar olduk? Evren, yapılan hesaplamalara göre genişlemektedir. Ancak bu genişlemenin hızı, algılayabildiğimiz enerjiyle mümkün değil gibi gözüküyor. Yapılan teorik hesaplamalar da bu enerjinin, evrendeki toplam enerjinin %68’lik bir kısmı kadar olması gerektiğini gösteriyor. Karanlık maddenin gündeme gelmesindeki sebep ise galaksilerdeki var olan ve algılayabildiğimiz maddenin bir galaksiyi bir arada tutmaya yetmeyecek kadar az olmasıdır. Yani galaksilerin bu şekilde bir arada durabilmesi için, evrendeki toplam enerjinin %28’lik bir kısmı kadar kütlenin var olması gerekmektedir. Karanlık enerji adını verdiğimiz bu enerji, görünür ışık dışındaki, bizim göremediğimiz ancak aletlerimizle varlıklarını hissedebildiğimiz o ışınları kapsayan bir enerji değildir. Bildiğimiz tüm ışınları, (radyo dalgaları, kızıl ötesi, görünür ışık, mor ötesi, X ve gama ışınları) karanlık enerji dışındaki enerjiler olarak sayabiliriz. Bu durumda karanlık enerji ve madde dışındaki algılayabildiğimiz evren, toplam evrenin %4’lük bir kısmını kapsarken gözlerimizle görebildiğimiz evren bundan da daha az bir kısmı kapsamaktadır. Bu %4’lük enerji tayfının, evreni oluşturan tüm ışınlar olduğunun düşünüldüğü bir zamanda, böyle bir keşifle karşı karşıya kalmak biz insanoğlunu derin düşüncelere sevk etmeli. Sona ulaşmamızın mümkün olmayacağının bilinciyle öğrenebildiğimiz kadar şey öğrenmek, öğrendiklerimiz üzerine edebildiğimiz kadar tefekkür etmek ve tüm bunları Yaratan’a acziyetimizi bilerek şükretmek, Kâf Suresi 8. ayette bahsedilen kullardan olabilmek için daima dua hâlinde olmamız gerekli.
IŞIK KAVRAMI
Işık üzerine biraz da astronomik anlamda düşünelim. Işık, yaratılmışların içerisinde en ilginç ve en kullanışlı şeylerden biridir aslında.
Işık kullanışlıdır, çünkü milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki yıldızlar hakkında, oturduğumuz yerden bir fikir sahibi olabilmemize olanak sağlar. (Küçük bir not: “1 milyar ışık yılı uzaklıktaki bir cisim” dediğimizde, o cisme ışık hızında ancak 1 milyar yıl sonra ulaşabileceğimizi söylemiş oluruz) Güneş’ten yüzlerce, binlerce kat daha büyük yıldızların varlığını, onlardan bize ulaşan ışık yardımıyla anlayabiliyoruz. Bunun için milyarlarca yıl boyunca ışık hızında seyahat etmek zorunda değiliz. Bu bilgileri, geldiği yıldızın içeriğiyle ve geçtiği yollarda çarptığı başka cisimlerin içeriğiyle alakalı bilgileri üzerinde birer iz olarak taşıyan ışık sayesinde öğrenebiliyoruz!
Işık gariptir, çünkü sabit ve sınırsız olmayan bir hızı olması sebebiyle çok uzak bir yıldızdan yola çıkan bir ışık, bize çok uzun zaman sonra ulaşır. Zamanda yolculuk desek abartı olmaz. Örneğin, Ağustos 2017’de ABD ve İtalya’daki detektörler tarafından keşfedilen iki nötron yıldızının çarpışması, aslında günümüzden 130 milyon yıl önce gerçekleşmiştir! Ancak bize olan 130 milyon ışık yılı uzaklığı sebebiyle oradan çıkan ışınların bize ulaşması ancak bu kadar bir sürede mümkün olabilmiştir! Yalnızca uzak yıldızlar için de değil, en yakın yıldızımız Güneş’in de daima 8 dk kadar öncesini, Ay’ın ise daima 1 dk. kadar öncesini görmekteyiz!
İnsanı derin bir tefekküre iten şu ayeti hatırlayalım: “Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden bir lütuf olarak emrinize vermiştir. Bütün bunlarda düşünenler için işaretler vardır.”2 Kıyasladığımızda, içerisinde bir nokta kadar bile yer tutmadığımız evrenin, biz insanoğlu için yaratılmış olması, yeryüzünde O’nun halifesi olmaya layık olan tek varlığın insanoğlu olması, bizlerin üzerinde çokça düşünme[1]si gereken bir noktadır. Bize bir yandan acziyetimizi hatırlatırken diğer yandan da O’nu tanıma ve O’na kulluk etme şerefine nail olabilmenin müjdesini veren bir noktadır.
“Rabb’imiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru.”3
1 Suyutî, Camiu’s-Sağir, II/127
2 Casiye Suresi, 13
3 Al-i İmran Suresi, 191