Modern zamanların ışıltılı vitrinleri ardında, kulaklarımıza durmaksızın fısıldanan tehlikeli bir ninni var: “Daha rahat olursan, daha mutlu olursun. Şartların mükemmel olursa, ancak o zaman başarıya ulaşırsın.” Bize, yumuşak koltuklara gömülmeden büyük fikirlerin doğmayacağı, her türlü maddi imkâna sahip olmadan huzurun yakalanamayacağı öğretiliyor. Oysa ruhumuzu yavaş yavaş çürüten, hareket kabiliyetimizi kısıtlayan ve bizi manevi bir atalete sürükleyen bu durum, aslında parlak ambalajlı bir “konfor bataklığı”ndan başka bir şey değildir.
İnsanlık, bu bataklıkta “saadet” arayadursun; tarih gerçek saadetin, konforun semtine bile uğramadığı, eşyaların azaldığı ama manaların devleştiği bir çağda, Asr-ı Saadet’e şahitlik ediyor. Peki, nasıl oldu da dünya nimetlerinin en az olduğu o dönem, “Mutluluk Çağı” olarak tarihe geçti? Nasıl oldu da konforun değil, zahmetin hâkim olduğu bir iklimden, cihanşümul bir medeniyet doğdu?
Bu sorunun cevabını bulmak için, saraylara değil; Medine’nin o mütevazı odasına, Hâne-i Saadet’e girmemiz gerekir.
SIRTIMIZDAKİ YÜK MÜ, KALBİMİZDEKİ İZ Mİ?
Hicretin üzerinden yıllar geçmiş, İslam’ın hâkimiyeti genişlemişti. Bir gün Ömer (radıyallahu anh), Resûl-i Ekrem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna girmek için izin istedi. Odaya adımını attığında gördüğü manzara, koca bir devleti yöneten halifeyi olduğu yere mıhlamaya yetti. Kâinatın Efendisi, içi lifle dolu sert bir yastığa yaslanmış, altına ise kaba bir hasır sermişti. Üzerinde yumuşak bir döşek, ipekten çarşaflar yoktu. Doğrulduğunda, o sert hasırın örgüleri, Peygamberimiz’in mübarek sırtında ve böğründe derin, yol yol izler bırakmıştı. Odanın bir köşesinde bir avuç arpa, duvarda asılı bir deri parçası… İşte, İki Cihan Güneşi’nin dünya namına sahip olduğu “konfor” buydu.
Ömer (radıyallahu anh), bu sadelik ve yokluk karşısında kendini tutamadı. Boğazı düğümlendi, göğsü daraldı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) o müşfik sesiyle sordu: “Niçin ağlıyorsun ey İbn Hattab?”
Ömer, gözyaşları sakalını ıslatırken şöyle dedi:
“Ya Resülallah! Kisrâlar ve Kayserler (İran ve Rum hükümdarları) saraylarında, ırmaklar kenarında, kuş tüyü yataklarda sefa sürerken; sen ki Allah’ın Resülüsün, kuru bir hasır üzerinde yatıyorsun ve o hasır senin mübarek bedenini incitiyor…”
İşte o an, “konfor” ile “gerçek başarı” arasındaki farkı kıyamete kadar mühürleyen, o muazzam nebevi ölçü döküldü dudaklardan: “İstemez misin ey Ömer? Dünya onların, ahiret de bizim olsun!” (Buhârî, Tefsir, 290)
Bu cevap, sadece bir teselli değil, bir yaşam manifestosuydu. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) istese, Uhud Dağı’nı altına çevirebilecek bir Rabb’in habibiydi. Fakat O, “rahatlığı” değil “davayı” seçti. Çünkü biliyordu ki; konfor bedeni rahatlatır ama ruhu uyuşturur. Zahmet ise bedeni yorar ama ruhu yüceltir, bileler ve parlatır. O’nun başarısı; kuş tüyü yastıklarda değil, seccadeyi ıslatan gözyaşlarında, uykusuz geçen teheccüd gecelerinde ve o hasırın izlerinde saklıydı.
Bu nebevi terbiye, sadece Peygamber’e has bir zühd değildi; O’nun yetiştirdiği ve “gökteki yıldızlar” diye nitelediği Sahabe nesli de konfor zincirlerini kırarak yükselmişti. Onlar, rahatlığı ahirete erteledikleri için dünyada tarih yazdılar.
Bunun en hazin ve en ibretlik örneği, şüphesiz Mus’ab bin Umeyr’dir.
Mekke’nin sokakları onun kokusunu tanırdı. Şehrin en zengin, en yakışıklı genciydi. En pahalı kumaşları giyer, en lezzetli yemekleri yer, bir dediği iki edilmezdi. Konforun zirvesindeydi ama ruhu huzursuzdu. İslam ile şereflendiğinde, o şatafatlı hayatı elinin tersiyle itti. Ailesi mirastan mahrum bıraktı, serveti elinden alındı ama o, bunların hiçbirine dönüp bakmadı bile. Üzerindeki yamalı elbiseyle Medine’ye “muallim” olarak gittiğinde, arkasında ne bir hazine ne de yumuşak bir yatak vardı. Ama o, Medine’nin kalbini İslam’a hazırlayan o büyük “başarıyı” elde etti.
Uhud günü geldiğinde, sancaktar olarak en öndeydi. Şehadet şerbetini içip toprağa düştüğünde, dünya malı namına geride hiçbir şeyi kalmamıştı. Sahabeler onu defnetmek için geldiklerinde, üzerinde sadece kaftanına benzer kısa bir hırka vardı. Manzara o kadar dokunaklıydı ki; hırkayı başına çektiklerinde ayakları açılıyor, ayaklarını örttüklerinde ise o nur yüzü açıkta kalıyordu.
Dünya konforunun zirvesinden gelen bu aziz şehit için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hüzünlü ama vakur bir emir verdi: “Başını örtün, ayaklarının üzerine de ‘izhir’ otları koyun.”
Ne garip ve ne muazzam bir tecelli… Konforun kucağında doğan Mus’ab, bir kefen bezi dahi bulunamadan, ayaklarının üstünde otlarla, toprağın koynuna girdi. Ama o, bu vazgeçişle ebedi saadeti satın aldı. Kısa gelen kefeniyle, upuzun bir medeniyetin manevi mimarı oldu.
Bugün bizler; “imkânım yok, vaktim yok, kafam rahat değil” diyerek ertelediğimiz her hayırlı işte, aslında o rehavet çukuruna biraz daha saplanıyoruz. Şartların mükemmel olmasını beklemek, şeytanın modern bir aldatmacasıdır. Asr-ı Saadet bize gösteriyor ki; güller, bakımlı seralarda değil, bazen dikenli dallarda ve çorak topraklarda en güzel kokusunu verir.
Huzur mu arıyoruz? Başarı mı istiyoruz? O hâlde yönümüzü, yumuşak koltukların vadettiği sahte mutluluğa değil; sırtında hasır izi taşıyan Peygamberin ve kefeni kısa gelen yiğitlerin izine çevirmeliyiz.
Çünkü dünya, konforuna düşkün olanların değil; rahatından vazgeçip gayrete talip olanların omuzlarında döner.
Ne mutlu, rahatını davasına feda edebilenlere…
