İnsan, kökleri cennete, kolları yeryüzüne uzanan lâtif bir varlık… Cennet bahçelerinin ihtişamlı ve müzeyyen sarayı… Her bir detayı inceliklerle düşünülerek nakış nakış güzelliklerin işlendiği bu sarayın çatısı; Eflâtun’dan beri devam eden ve İslâm ahlâkçılarınca bazı değişikliklerle benimsenen görüşe göre- düşünme veya bilgi gücü (el-kuvvetü’n-nâtıka, el-âlime), kolonları; öfke gücü (el-kuvvetü’l-gadabiyye) ve şehvet gücü (el-kuvvetü’ş-şehevâniyye), temeli ise bu üç temel güçten doğan (hikmet, şecaat ve iffet)in hepsini içine alan adâlettir.
Arapça bir kelime olan “adl” kelimesinden türeyen adalet kavramı hakikatin en adil şekilde yeryüzünde tecelli etmesidir. Yani adâlet, başkalarının gelişigüzel istek ve telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir doğruluk ve ahlâk kanununa itaatle gerçekleşen ruhî denge ve ahlâkî kemaldir.1
Bakara Suresi’nin 143. ayet-i kerimesinde Allah Teâlâ, “Sizi aşırılıklardan uzak bir ümmet (ümmet-i vasat) yaptık.” buyurarak insanoğluna dengeli ve kâmil bir yaşam biçimi kurmanın anahtarını vermektedir. Zira burada bahsi geçen ümmet-i vasat kavramını birçok müfessir “Adâlet” kavramıyla açıklamıştır. Çünkü yukarıdaki tanımda da işaret edildiği üzere adalet kavramı denge ve kemal ile mündemiçtir.
İslâm filozofları ise ilâhî inâyete bağlı olarak adâletin, varlık sahnesinde yer alan her varlığın bütün gelişim safhalarında ve hatta her cüzünde tecellî ettiğini söylemişlerdir. Nitekim Fârâbî insanın bio-psişik yapısının işleyişinde de adâletin bulunduğunu belirtmiştir. Buna göre kalbin hizmetinde bulunan beyin, onun ısısını dengede (itidal) tutar ve bu sayede öğrenme ve hatırlama (hıfz, zikr), tahayyül ve düşünme (fikr, reviyye) gibi psikolojik aktivitelerin sağlıklı bir şekilde işlemesi demek olan adâlet gerçekleşir. Bunun sonucunda da insana yakışır fiiller, iyi ve dengeli davranışlar doğar.2
Ancak Allah Teâlâ’nın adâleti diğer sıfatları gibi eksiksiz olduğu halde, sınırlı kabiliyetlere sahip olan insanın gösterdiği adâlet her zaman az çok kusurlu olmaktadır.3 Buna rağmen vicdan sahibi insanlar ve köklerinin cennette, kollarının ise yeryüzüne uzandığının bilincinde olan inananlar olarak daima en doğru ve en az kusurla adâletin bu dünyada da tecelli etmesi için çabalamalıyız. Çünkü mahkeme-i kübrâ kurulmadan önce tüm yaratılmışların birbirine henüz bu dünyadayken hakkaniyetle yaklaşmasıdır aynı zamanda adalet. Haklı olanın hakkının bu dünyada da bir hukuk çerçevesinde kendisine teslim edilmesidir.
Bunun içindir ki toplumların adil bir yöneticiye ve hakkaniyetle işleyen; kimsenin kayırılmadığı, gariplerin hor görülmediği aksine sahip çıkıldığı, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarının hassasiyetle giderildiği, başkasının bir başkasının hakkına girmediği temiz bir hukuk sistemine ihtiyaçları vardır. Günümüz dünyasında toplumlar olarak böylesine bir sistemin tüm dünya için tesisi zor hatta imkânsız gibi görünüyor olsa da Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Yesrib’ten Medine’yi; medeniyetler şehrini inşa etmeyi başarmış biri olarak inananlara ve tüm insanlığa yegane örnek olarak yetmektedir. Dönemin zorlu şartlarına ve Mekke’li müşriklerin baskılarına rağmen Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) risaleti doğrultusunda adaletin parlayan ışığı olarak insanların keyfî istek ve arzularını hesaba katmaksızın ilâhi emirleri yerine getirmiş ve böylece tarihin tozlu sayfalarında hiç sönmeyecek bir ışık varolmuştur. Zira Allah Teâlâ, Şura Suresi’nde “İşte bunun için sen çağrına devam et ve emrolunduğun gibi doğru çizgini sürdür. Onların arzularına uyma ve şöyle de: ‘Ben Allah’ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim ve bana aranızda âdil davranmam emredildi.’ ’’ buyurmaktadır.
Eğer bizlerde tarihte kısa bir yolculuğa çıkmaya cesaret edebilirsek o hakikatin günümüzü aydınlatması işten bile değildir. Zira adalet bir arayıştır da… Ve sebatlı her arayışın sonu mutlaka bulmaktır. Bulmak ve yeniden var olmak; küllerinden doğmak tıpkı bir anka kuşu gibi.
1 Mustafa Çağrıcı, “Ahlâk’’, TDVİA, 1 (1988): 341-343.
2 Çağrıcı, “Ahlâk”.
3 Çağrıcı, “Ahlâk”.