Sevmek fiili ve sevgi tabiri Türk tarihine ilk olarak vatan, millet ve devlet sevgisi olarak geçmiştir. Sevgi duyulacak olan vatandır. Sevmek fiili ise, devlet ve millet arasında karşılıklı olarak oluşmuştur. İslâmiyet öncesi Türk devletleri tek tanrı inancına sahipken bile ancak milletinin refahını merkeze alan bir sistemle devletlerinin ömrünün uzun olacağını düşünmüşlerdir. Bu dönemde toprağa ve ırka dayalı bir sevgi varken İslâmiyet’le beraber önce Allah Teâlâ sevgisi sonra Allah Teâlâ adını diyarlara taşıyan devlet sevgisi oluşmuştur. Devletin başındaki yani devletli olan, milletini ve genişlettiği toprağını Allah Teâlâ’nın emaneti kabul etmiştir. Böylece iki taraf da ilahi gücün kudreti ve sevgisinde birleşmiştir.
İnsanın kendinden olana duyduğu sevgi tabiidir. Kendinden olmayana duyulan sevgi ise insanın özüdür. İşte bu noktada toprakları genişleyen Türk devletleri farklı ırklar ve dinlerle bütünleştiğinde İslâm’ın huzur ve barış iklimini yansıtmayı Müslümanlıklarının temeli bellemişlerdir. Allah Teâlâ adını farklı coğrafyalara sevgi ile tebliğ ve temsili insan olarak taşımayı ülkü edinmişlerdir. Müslüman devletler için devlet ve yönetici isimler değişmiş olsa da sevgi ve merhamet ışığında kalpten gelen hoşgörü olgusu değişmemiştir. Bu yazımızda ise en uzun soluklu Türk devleti olan Osmanoğulları’nın sınırları içinde yaşayan herkesi Osmanlı kabul etmesinden örnekle, kendinden olmayana sevgisini inceleyeceğiz.
TEMSİL VE TEBLİĞ
Sevgi ve farklılığa hoşgörü konusunda Selçuklu ve Osmanlı devletleri, fethettikleri coğrafyalarda yaşayan insanların hayatlarına müdahale etmeyerek ilk izlenimi sağlamışlardır. Haçlı mücadeleleri ve İstanbul’un fethinin ardından Doğu Roma İmparatorluğu tarihe karışırken, Hristiyanlığın doğudaki son kalesi olan İstanbul’un Osmanlı hâkimiyetine geçmesi ile Osmanlı Devleti özellikle Avrupa siyasetinde birinci derecede rol oynamaya, söz sahibi olmaya başladı.
Bir İslâm devleti olan Osmanlı Devleti’nin sistemli fetih politikası, gaza anlayışıyla gerçekleştirildi. Fethedilen topraklarda yaşayan gayrimüslim halkın yerlerinde kalmalarına izin verildiği gibi, her türlü can ve mal güvencesi de teminat altına alınmaktaydı. Öte yandan din ve geleneklerini yaşama özgürlüğü de tanınıyordu. Hoşgörü temeline dayalı dini inanç ve geleneklere saygılı Osmanlı yönetimi, Balkanlarda her zaman tercih edilir olmuş ve büyük sevgi görmüştür. Yine aynı dönemlerde dinlerinden dolayı yoğun baskılara maruz kalan Yahudiler, dinlerini yaşayabilecekleri en güvenli ülke olarak Osmanlı topraklarını görmüştür. Bu topraklardaki refah iklimine sığınabileceklerini düşünerek, buraya göç etmişlerdir. Aynı şekilde Avrupa’da sürekli mağdur kalan Bogumil Mezhebi mensubu Bosnalılar ve Arnavutlar, Türk topraklarında insana verilen sevgi ve kıymetten etkilenip Müslüman olmuşlardır.
Bütün bu örnekler Osmanlı merhametinin boyutlarını göstermesi açısından önemlidir. İspanya’daki son İslâm devleti olan Gırnata’nın yıkılması ile Endülüslü Müslümanlara uygulanan baskı politikası da, Katolik Batı Avrupa’da kendi inancı dışında din ve mezheplere hiçbir şekilde yaşam hakkı tanınmadığına bir başka örnektir.
Osmanlı Batı’nın aksine fethettikleri topraklarda yaşayan farklı dinlere mensup insanların İslâm dinine girmeleri yönünde baskı uygulamak bir tarafa bu insanların inanç ve vicdan hürriyetlerini koruma altına almıştır. Üstelik birinin diğerine baskısına da müsaade etmemiştir. Devlet içinde kökeni sevgi ve merhamete dayanan millet sistemi gereği olarak gayr-i Müslim Osmanlı vatandaşlarının dini işlerine hiç bir zaman müdahale etmemiş ve bu sebeple din ve milliyetlerini korumaları mümkün olmuştur. Osmanlı Devleti’nde gayr-i Müslimler, din farklılığının getirdiği bazı uygulamaları bir kenara bırakacak olursak, tamamen Müslümanlara tanınan hak ve hürriyetlere sahipti. Onları Müslümanlardan ayıran tek şey ise “Cizye (vergi)” vermemeleri ve askerlik yapmak gibi bir zorunluluklarının bulunmamasıydı. Osmanlı Devleti, kuruluşundan yıkılışına kadar Müslüman olmayan tebaasının inanç ve gerekliliklerine dair haklarını daha rahat bir şekilde kullanmalarına olanak sağlamıştı.
Farklı din ve ırktan insanlar istedikleri bölgelere yerleşebilirdi ve yine istedikleri gibi kendi dillerinde eğitim ve ibadet etme hakkına sahiplerdi. Hatta kendilerine ait ibadethaneleri yoksa devlete müracaat etmeleri halinde, devlet hazinesinden bütçe verilerek ibadethaneleri yaptırılırdı. İstanbul sokakları ve mimarisi bu sevgi ve merhamet zemininde tanınan özgürlüklerin en büyük şahididir. Yine arşiv belgeleri ile mahkemelerde verilen kararların yazıldığı ve adına “Şer’iyye Sicilleri” dediğimiz defterlere bakıldığı zaman, Osmanlı tebaası arasında sırf dinlerinden dolayı bir ayırımın yapılmadığı görülür.
Günümüz teknolojisinin bile ulaşamadığı çağlarda bu kadar etnik ve dini farklılıklara sahip gayr-ı Müslim toplulukların idaresi Osmanlı yönetiminin merhamet ve müsamahası ile mümkün olmuştur.