“Su gibi aziz ol evladım… Su verenlerin çok olsun yavrum…” Bir bardak suyun karşılığında çokça duymuşuzdur bu duaları. İçtiği suyun ardından dua eden nenelerimize, yorgunluğunu aldığımız babalarımıza, hararetini giderdiğimiz yolcuya bir bardak suyla âdeta çeşme oluruz da çoğu zaman farkına varmayız. Çeşmeler de öyle değil midir? Bir sokağın başında, ıssız bir ovanın ortasında, bir caminin bitişiğinde sessizce bekler… Gelip biri lülemden kana kana su içip dua etsin diye umutla bakar etrafa.
Su kadar taşın da canlı olduğunu bilirsek bizler kadar çeşme taşlarının da edilen duaları duymaya ihtiyacı olduğunu anlayabiliriz. Şu da bir gerçek ki çeşmeler sadece edilen duaları duymakla kalmaz nice olaylara ve konuşmalara da şahidlik ederler. Gelin, 18. yüzyıldaki İstanbul’a şehrin çeşmelerle süslendiği zamanlara gidelim. Susuzluğumuzu gidermek için değil, onlara kulak verip hikâyelerini dinlemek için…
Günümüzde kısa süreli bir su kesintisinin bile hayatımızı ne denli olumsuz etkilediği malum. Oysaki bir zamanlar susadığınızda bir şişe su almak için iki adımda bir rastlayacağınız bakkal veya büfeler yoktu. İnsanlar temiz su ihtiyacını mahalle çeşmelerinden temin ediyorlardı. Nüfusun arttığını ve şehrin gelişmeye başladığını da düşünürsek suya duyulan ihtiyacın ne kadar elzem olduğunu anlayabiliriz. Bu yüzden bir mahallede birden fazla çeşme görmek bizi şaşırtmamalı. Hatta Osmanlılar su bakanlığı olarak düşünebileceğimiz bir kurumu yani “Su Nazırlığı”nı kurarak suya verdikleri önemi göstermişlerdi.1 Bir susamışa bir tas su vermeyi, yol üstüne bir çeşme yaptırmayı topluma en büyük iyilik ve cömertlik olarak görmüşlerdi. O zamanlar bu iyiliği sadece devlet üstlenmezdi, hayırseverler de çeşme yaptırmak için birbirleriyle yarışırlardı. İnsanları çeşme yaptırmaya iten güç, aslında neydi? Hayır işlemek mi… Güzel bir su kaynağı bulma macerası mı?
Çeşmelere verilen önem, suyun ehemmiyetinden gelir. Su musikiye, resme ve şiire ilham kaynağı olduğu gibi biz Türkler için aziz ve mukaddestir. Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “Sadakanın en faziletlisi su teminidir.”2 Hadis-i Şerifi, insanları çeşme yaptırarak halka su ulaştırmaya teşvik etmiş, bu sayede çeşmeler İslâm kültüründe önemli bir yer edinmiştir.
AÇ BESMELEYLE KİTABI EYLE HAFİD EFENDİ’YE DUA
Suyun öneminden bahsetmişken nadir bir yazmanın sayfalarında buluyorum kendimi. Eserin müellifi Âtıfefendizâde Muhammed Hafid Efendi, Şeyhülislam Mustafa Aşir Efendi’nin oğlu. 1203/1789 yılında Eyüp Mollası daha sonra Bursa Mollası olmuş ve ardından da Mekke ve Medine Payesi görevinde bulunmuş. İşte tam bu yıllarda İstanbul’un meşhur sularını anlattığı “Mehâhu’l Miyâh”3 adlı eserini yazmaya başlamış.
- yüzyılda yazılan bu eser, suyun önemini vurgularken iyi bir suda bulunması gereken şartlardan bahsederek çeşme hayırseverleri ve su tutkunları için âdeta bir el kitabı görevi üstlenmiş. Eseri okuyanlar notlarını almış ve o meşhur suların peşine düşmüş. Eserde, 15 adet suyun isim ve semtlerini sıralayan Hafid Efendi, bu sulardan biri olan Çamlıca sularının; idrar söktürücü, sindirimi kolay ve hafif bir su olduğunu belirtmiş.
Çeşme yaptırmanın önemli bir yer edindiği o yıllarda, bu bilgilerin ne derece kıymetli olduğunu tahmin edebilirsiniz. Şimdi, bu suyun aktığı iki çeşmeyi ziyaret edeceğiz. Fakat ne yazık ki çeşmelerden artık su akmadığı için çeşme taşlarına kulak verip onların hikâyesini dinleyeceğiz.
SOLAK SİNAN CAMİİ ÇEŞMESİ
Çamlıca sularından kana kana içmek üzere yolumu Üsküdar’a çeviriyorum. Fakat biliyorum ki çoğu çeşmenin can suyu kesilmiş. Tarihe tanıklık eden taşları ise kaybolmakla unutulmak arasında hâlâ ayaktalar. Benim de niyetim taşları dinlemek… İlk durağımız Solak Sinan Camii çeşmesi. Üsküdar sahilden Selami Ali Caddesi’ni takip ettiğinizde sol tarafta bakım[1]sız bir hazirenin çevrelediği cami sizi karşılıyor. Gözlerimi kapatıp gürül gürül aktığı zamanları hayal ediyor, ardından göz kapaklarımı aralıyor ve tam karşımda pek de hayalimdeki gibi olmayan çeşmeyi görüyorum.
Sessizce yanına yaklaşıyorum. Çeşme başına ilişip kulaklarımı aralıyor ve dinliyorum. Yorgun bir ses şöyle diyor: “Sanır mısın ki sadece Üsküdarlılar gelirdi buraya? Böbrek ağrısı çekenler, tabiplerden sonra soluğu burada alırdı. Hastalığından şikâyet eden de vardı, çok şükür dermanı var deyip şükreden de. Kimileri başımda toplaşır saatlerce hastalıklarını yarıştırır, en çok suya kendilerinin ihtiyacı olduğunu çaresizlikle anlatırdı. Hastalık paylaşılır da tanış olmadan olur mu? Bazen suyumu içmek için gelenler dost olur ayrılırdı yanımdan. Ne o insanlar kaldı geriye ne de benim şifalı suyum. Suyum olsaydı daha çok anlatırdım kızım ama hem susadım hem yoruldum müsaadenle…” Hüznümü kelimelere dökmek isterdim fakat bu manidar sessizliği hiç bozmak istemiyorum ve ikinci durağım için yola koyuluyorum.
KULAK VER ÇEŞMEYE
Selami Ali Caddesi’nin paralelindeki Çavuşdere Caddesi’ne geçiyorum. Bu sırada yağmur damlaları ayaklarımı ıslatmaya başlıyor. Kösem Valide Sultan’ın emriyle Mimar Kasım Ağa’ya yaptırılan cami, adına yakışır şekilde çinilerle süslenmiş. Camiye âdeta hanımeli değmiş. Bahçe, beyaz, siyah, kırmızı çiniler; lale, gül, papatya ve erik çiçekleriyle bezenip, tezyin edilmiş. Cennet bahçesinin giriş kapısı sanki hepsi. Yüzyıllardır susuzluğa direnen ve hiç solmayan çiçekler bunlar. Sahi su demişken ben buraya çeşme için gelmemiş miydim? Çeşme ararken karşımda daha büyük bir su yapısı olan hamamı buldum. Hafid Efendi’nin eserinde yazdığı şifalı Çamlıca sularının bir kaynağı da bu hamama verilmiş. Çeşmesinden su içmek için gelenleri bir de hamam karşılıyormuş o zamanlarda. Ee, suyunu içmişken yıkanmadan da gitmek olmaz diyenler soluğu hamamın sıcak suyunda alıyorlarmış belli ki. Eminim hamam taşları daha çok anıya şahidlik etmiştir. Fakat benim gözlerim yine o mütevazı duruşundan hiçbir şey kaybetmeyen çeşmeyi arıyor.
İşte orada kesme taştan yapılmış, kitabesi ve lülesi olmayan neyse ki teknesi yerinde olan çeşmenin başına iliştiğimde zaten sessizce konuştuğunu işitiyorum: “Gel kızım gel, senin gibi ne gençler gelirdi yanıma. Cami içindeki çinileri gördün mü? Zamanında içimde gürül gürül akan ta Çamlıcalardan gelen suyum vardı. Zor tutardım onu, illâ şu çinilerdeki çiçeklere gitmek isterdi. Ah ne güzel günlerdi. Sabah namazından sonra cemaat dağılır bakarsın kafası önünde bir genç belli ki kimseye anlatmak istemediği için başımda durur, teknemi dolduran suya döküverirdi rüyasını. Sırrını ketum bir dost gibi sarar sarmalar, deryaya salardım. He bir de hastalar vardı ki onların hâline çok acırdım. Elleri karınlarında iki büklüm gelirler ‘Ya Şafi’ diyerek dayanırlardı suyuma. Duayı eksik etmezlerdi, en çok da onları özlüyorum. Bir de öğlene doğru mahallenin tüm kadınları nasıl olur anlamam bir anda başımda belirir, su doldurmayı unutur ne var ne yok saatlerce konuşurlardı. Başım şişerdi elbet, neyse ki ezan sesi hepsini sustururdu.” Derken Çinili Camii minarelerinden ikindi ezanı okunmaya başlıyor. Ben çeşmeyi dinlemeye doyamamışken o da ezanla sessizliğe geçiyor.
Ben de çeşme gibi ezanla birlikte, şahid olduğum tüm hatırlara bir namaz arası vermek üzere camiye geçiyorum. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın şu beyitleri geliyor o sıra aklıma: “Harabat ehlini hor görme zakir, defineye malik viraneler var…” Suyu akmasa da teknesi kırık da olsa kemeri, saçağı çoktan toprağa karışsa da hâlâ bir çeşmenin başında dinlenebiliriz. Hatta kulağımızı verirsek dinleyebiliriz de.