Haydarpaşa Garı, Anadolu’dan trenle gelenler için İstanbul’a ilk ayak basılan toprak parçasıdır. Manzaranın büyüsünü izleyerek şehir ile gücünü kıyaslayan insanlar. Ya da bu devasa şehirde kaybolmaya korkan bakışlar. Ve hepimizin aklına kazınan meşhur “İstanbul sen mi büyüksün, ben mi?” repliğin söylendiği merdivenler. Denizin üstüne yapılmış bir mimari abide… Haydarpaşa Garı…
SEN Mİ BÜYÜKSÜN, BEN Mİ?
Binanın önünde durup deniz kokusunu içime çekiyorum. Haydarpaşa Garı, İstanbul’un Neo-Rönesans akımını temsil eden en önemli yapılardan biri. Denize bakan büyüleyici cephesinde bunu okuyabiliyorum. Sepetkulpu kemerler, ion ve korint karma düzenli sütun başlıkları, pencere ve kapı alınlıkları, girland barok bezemelere bakınca bu binanın eklektik üslupta olduğu anlaşılıyor.
İlerliyorum. Binanın yanına gelince duvarlara dokunuyorum. Zamanın mı yoksa duyguların mı eskittiği anlaşılmayan taşlara. Çok da eski değil 19. yüzyıl sonlarına doğru yapılmış; açık nefti sarı renkte olan Lefke taş cephe kaplaması kullanılmış.
Kapıdan girer girmez alıyorum tüm duyguların kokusunu. Heyecan, telaş, mutluluk, üzüntü, merak… Kimi vagonunu bulmaya çalışıyor. Kimi şaşırmış, hızlı adımlarla koşuyor. Kiminin kolundaki saat bakmaktan eskimiş. Kimi, bavulları gibi hayatı da yüklemiş sırtına, yeni bir başlangıç yapmaya gelmiş. Umut okunuyor gözlerinden. Kimi biraz kırgın bu şehre. Olabildiğince az anı ve eşyayla kapatıyor bu sayfayı. Hüzün ve sevincin başa baş hissedildiği başka bir yer olamaz diye düşünüyorum.
“Böyle zamanlarda hayat sanki bütün çeşmelerini kapatır, yalnız bir tanesi, azap ve üzüntünün kaynağı kalır ve ben onun bulanık aynasında bütün ömrün en kötü muhasebesini yapa yapa kendimi seyrederim. Bu sefer de böyle oldu; her zaman ayak basar basmaz gündelik üzüntülerimden sıyrıldığım, yalnız kendimin olduğum Haydarpaşa Garı bana bu sefer büyük ve karanlık bir lahit gibi geldi.”1
KİMİN ŞAHESERİ?
Baştan sona farklı bir dünya sanki burası. Araştırdığımda yapıyı Osmanlı Devleti için iki Alman mimarın yaptığını öğreniyorum: Otto Ritter ve Helmut Cuno. Strüktür ve estetik açıdan her detayı düşünülmüş. Bina, her biri 20 metre uzunluğunda bin yüz ahşap kazık üzerine inşa edilmiş. Garda hizmet veren 7 yol ve 4 peron bulunuyor. Onlarca sanat eserine ilham veren, milyonlarca insanın hatıralarını bir tarafa bırakarak size Haydarpaşa’nın mimarisinden bahsetmek isterim.
Bina iki kolu farklı uzunlukta olan “U” planlıdır. Peron bölümlerinin yer aldığı iç avlusu kuzeye, köşe kulelerinin de bulunduğu deniz cephesi güneye bakar. Beş katlı binanın her katında bir koridor etrafında sıralanmış, geniş ve yüksek tavanlı odalar yer alır. Tavanlar tonoz örtülüdür. Tonozlu mekânlar dışında tavanlarda volta döşeme kullanılmıştır.
Peronların bulunduğu içi avluya bakan kuzey cephe dikdörtgen pencereleri ile oldukça sadedir. Güney cephesindeki merdivenlerle yükseltilmiş platformdan peronların bulunduğu iç avluya girilir. Buradaki salon oldukça ihtişamlı süslenmiştir, vitrayları göz alıcıdır. Kemer uçlarındaki aslan başı motifi dikkat çeker.
Binanın çatısı dik meyilli, köşe kuleleri konik örtülüdür. Çatıya cepheye açılan çatı odaları yerleştirilmiştir. Bunlardan ortadaki üzerinde büyük bir saat ve arma göze çarpar. Bu armada Alman demiryollarının sembolü olan kartal, Türk demiryollarının da sembolü olarak kullanılmıştır. Kartalın pençeleri arasında bir çark görülür. Bu kanatlı tekerlek daha sonra stilize edilerek TCDD’nin amblemi olmuştur.
MEDİNE KOKUSU
Rayların yanından yürürken Medine kokusu geliyor burnuma. Çünkü zamanın ötesinde yaşayan dönemin padişahı Sultan II. Abdulhamid Han İstanbul’dan Medine’ye Hicaz Demiryolu’nu yaptırmış. Tren yolu Medine’ye ulaştığında ince bir hassasiyetle Peygamber Efendimizin ruhaniyetine hürmeten sessiz lokomotifler kullanılmış ve rayların altına keçe döşenerek gürültü çıkması önlenmişti. Hac yolcularının ve Peygamber sevdalılarının dualarına vesile olan bu hat, ilk seferini 27 Ağustos 1908 yılında yapmıştı.
Haydarpaşa’da yürüdükçe her köşe başında farklı bir detay çıkıyor karşıma. Her zerresi tarih kokuyor. Yaşanmışlıklar öyle işlemiş ki mekâna, raylar sizi zaman yolculuğuna çıkartıyor sanki. İnsanlar öylece geçip gidiyor farkına varamadan… Herkesin aklında yoğun düşünceler… Nazım Hikmet’in kahramanı gibi:
“Haydarpaşa garında, 1941 baharında, saat on beş.
Merdivenlerin üstünde Güneş, yorgunluk ve telâş.
Bir adam, merdivenlerde duruyor, bir şeyler düşünerek.” 2
GURBET NÖBETİ
Einstein’ın İzafiyet Teorisi’ne göre hız arttıkça zaman yavaşlar. Burada izafiyetin farklı bir versiyonu yaşanır. Demir tekerleklerin çelik raylar üzerindeki dönüş hızı arttıkça uğurlamaya gelenlerin kalbine bir taş oturur. Gidene söylenmek istenen sözlerin yerine şimdi duyulan tek ses, lokomotifin çığlığı çağrıştıran düdük sesidir. Ufukta küçülüp kaybolur vagon katarı. Ve bir ömür gibi gelen el sallayış…
“Trenin kalkmasına daha on dakika var.
Vagonlardan uzatmış başlarını yolcular
Bakıyorlar arkada kalacak olanlara.
Tez geliniz diyorlar gözleri dolanlara…
Haydarpaşa Garı’nda nöbet bekliyor gurbet,
Gurbet ölüm gibidir: Herkese gelir nöbet!”3
Bekleyen ve beklenenlerin zamanın değerini en çok anladığı mekân.
Kalanlara selam olsun.
1 Ahmet Hamdi Tanpınar, Bir Yol (Abdullah Efendi’nin Rüyaları)
2 Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları
3 Nazım Hikmet, Dağların Havası