Öldüğünü zannediyorsun. Büyükçe apartmanlar yıkılmış gönlünde. Alabildiğine mavi yok gökyüzünde, yerini koyu gri bulutlar almış, çepeçevre sarmış yıkıntıları. Her bir taşın ilmek ilmek dokunduğu, sabırla, umutla yükselen binalar yok artık. Onlardan geriye kalanlarsa soğuk rüzgârların sağa sola savurduğu toz bulutları.
Bu toz bulutlarını yazmışsın sanki yıllar öncesinde. Önündeki, sarı sayfada satırlar kutsal bir kitap gibi korunmuş. Ne yıpranmış ne de yazılanlar geçerliliğini yitirmiş bu zamana kadar. Aslında yıllar öncesinde sayfaya değil de yüreğine yazmışsın ki zaman eskitememiş sözcüklerini. Satırlarda geziyor gözlerin. Tarihe takılıp gidiyor aklın. Bu zarif, büyülü harflerin nasıl bir araya geldiğini anımsamaya çalışıyorsun. Bütün ruhunla yoğrulmuş bu sözcükleri, sana neler hissettirerek yazdığını daha dün gibi hatırlıyorsun.
Yağmurlu bir sonbahar gününde üstüne başına aldırmaksızın atmıştın kendini bahçeye bakan taş balkona. Oturmuş, önündeki dut ağacını izliyordun. Sonbahar hissettirmeye başlamıştı kendini. Rüzgâr tüm bedenini kucaklarken tüylerin diken diken olmuş, oturduğun yerde iyice küçülüp titremeye başlamıştın artık. O titreyişin şimdi bile içini üşütmüştü de o gün içeri girmene sebep olamamıştı. Yağmur, dut ağacının dallarından damla damla inerken toprağa, senin de göz bebeklerinden sıcacık damlalar yanaklarını ısıtarak düşmüştü. Gözlerinden düşen damlalar kalbini paramparça ettiği gibi yanaklarını bir annenin çocuğunun başını okşaması gibi aynı sıcaklık ve şefkatle okşuyordu.
Üzülmüyordun hâline. Acımıyordun da asla kendine. Hatta acın vücut bulsa ona sarılacak kadar sevmiş, tutup yanına oturtacak kadar benimsemiştin. Gözyaşların sel olmuyordu ama bitmek tükenmek de bilmiyordu. Âdeta yağmura uyum sağlıyor, ağacın dallarındaki damlaların birbirinin yerini alması gibi biri düşüyor diğeri arkasından geliyordu. Balkona çıkmadan önce almıştın yanına, akrebin yelkovanı koşturmasını engellemek için kalemini ve sayfalarını… Yılların verdiği yorgunluğa rağmen çınar gibi dik duran bu dut ağacına özenip almıştın kalemi eline.
“Kelimeler susar mı? Öyle de bir zaman işte. Bir şeyler söylemek istiyorsun ama ne söyleyeceğini bilemiyorsun. Hangi kelime uygundur, çıkaramıyorsun. Yazdıklarına da sitem ediyorsun! Ya da yazarken hissettiklerine mi kızıyorsun, bunu da bilemiyorsun. Ötelerden bir kuş mu kanatlansın yüreğine yoksa yağmur mu yağsın kestiremiyorsun. Ağzını açmıyorsun. Yine de düşüncelerini susturamıyorsun. Yazmayınca kâğıt kalem arıyor gözlerin, bir hastanın ilacını araması gibi. Yazdıkça da düşünüyorsun. Döküldükçe aklındakiler sarı sayfalara, kızıyorsun; harflere, sözcüklere, cümlelere… Sonra atıyorsun defteri kalemi önünden. Ama birazdan dayanamayıp yine sarılıyorsun onlara.”
Yıllar öncesinde yazdığın bu kısacık paragrafa bile dayanamamıştı yüreğin. Aynı duyguları bugün tekrar hissediyorsun. Anımsıyorsun… Aklındaki bu hatırayla düğüm olmuştu yağmurun sesi. Uğulduyordu artık kulağında düşüncelerden duyulmayan bu güzel tını. Küçücük, zayıf bedeniyle bembeyaz bir papatya koparılmıştı gönlünden. Yaprakları eksilmiş, üzeri çiğnenmişti. Rüzgârın akışına bırakılmıştı narin bedeni. Şimdi hatırlıyorsun seni ayakta tutanı. Yazmadıkça göremiyor, duyamıyor, hissedemiyorsun. Yazmadıkça yaşayamıyorsun. Yalnız ayrılığı mı fısıldar bu harfler? Gece gibi insanlığın üzerine sinen bu sözcükler, bir tek hoşçakal mı der? Havanın soğuğuna rağmen yakarmış teni sözcükler yeni fark ediyorsun. Geç öğreniyorsun. Bütün yağmur damlaları, bütün geceler birkaç sözcüğe sığarmış. Hiç öğrenmemiş olmayı diliyorsun…